Karanlık Mod
Image
Logo
SON DURUM SOM OTURUM / İKİNCİ OTURUM /

SON DURUM SOM OTURUM / İKİNCİ OTURUM / "HALVET DER-ENCÜMEN" VEYA "HALKIN DİLİ HAKKIN DİLİDİR"

 

“Son Durum Som Oturum” üst başlığı altında kritik etmeyi murad ettiğimiz mevzuların ikinci oturum başlığı, “Halvet Der-Encümen” veya “Halkın Dili Hakkın Dilidir” şeklinde.

 

Maksadımız, malum ruh ve fikir sistemi mihrakının daha bir ayan olmasına vesile olmak. 

 

Malum ve meşhur kadim hikmet:

 

“Halkın dili Hakk’ın dilidir.”

 

Terkibi hüküm mahiyetindeki bu hikmet, bir bilgi ve yöntem meselesi veya epistemolojik ve metodolojik bir çerçeve arzeder.

 

68 eser sahibi, 68 kuşağı insanı ve 68 yaşında berzah aleminde yerini alan İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, “Dil ve Anlayış” isimli eserinin 68. Sahifesinde, “Mutlak dil”, “Tatbik dili” ve Halktaki Hak dili” şeklinde bir tasnife yer verir. Kanaatimce bu tasnif, büyük ölçüde dil ve anlayış mevzuunun lübbüne de işaret eder. Sözkonusu eserde, “Halktaki Hak dili” kavramı çok üst perdeden ve çok nezih bir şekilde izah edilmiştir. Takip edelim:

 

“Halktaki Hak dili”, şuur görüntüleri boyunca, insanın ruh yuvasında mevcut bir “aranması gereken”dir. (Sh. 68)

 

Doğrusu ben bir Dil bilimci değilim. Dolasıyla da bu terkibi hükmü murada uygun derinliğine ve genişliğine doğru kritik edecek durumda değilim. Ancak, şu kadarını söylemek isterim ki, özellikle de “Halkın Dili Hakkın Dilidir” başlığı altında tüm söylenenler, ilim, fikir ve hikmet dünyasında “yapılması gereken” akademik tüm çalışmalara temel teşkil etmek bakımından, ilkin istikamet kazandırıcı, sonrasında ise, büyük ölçüde kurtarıcı bir mahiyettedir. Şu toplayıcı hüküm, ne demek istediğimizi açıklar:

 

“Allah Sevgilisinin dili, halkın dilidir ki, hükümlerden ibarettir; hususî dil, ondan çıkarılmış hakikatlerdir. / Böylece, "Halkın dili, Hakkın dilidir." hikmetindeki mihrak noktanın Allah Sevgilisi olduğu da anlaşılıyor..." (sh. 67)

 

Burada “halkın dili” ifade kalıbındaki “halk” kelimesi üzerinde çok titiz bir şekilde durmak gerekiyor. Çünkü “halk” kelimesi, sadece “varlık” ve “bilgi” veya “insanlar” ve “ibdâ” ile ilgili değil, “yaratma” ve “yaradılış” ile de doğrudan ilişkilidir. İbdâ’nın etimolojik derinliğine inildikçe aslında mevzuun ne kadar çok daha geniş bir yelpazede kendisini gösterdiği hemencecik anlaşılacaktır. Son tahlilde mevzu, “zevkten idrak” buudundan söylersek, “İBDA’nın dili Hakkın dilidir.” noktasında düğümlenir.

 

“Mutlak dil”, “Tatbik dili” ve “Halktaki Hak dili”… Tüm bunlar, aslında Kur’ân ve Sünnete bağlı olarak, “İcma-i Ümmet” ve “Kıyas-ı Fukaha” olarak da anlam kazanmaktadır. “Şuur görüntüleri” boyunca, insanın ruh yuvasında mevcut bir “aranması gereken” olarak takdim edilen “Halktaki Hak dili”, “İlahî hükümler” çerçevesinde “hususî dil” olarak da tanımlanabilir. Yani, emir ve yasaklar çerçevesinde hayatın tanzimini sağlayan, mesela Hak, Hukuk ve Adalet çerçevesinde söylersek, belirli bir duygu ve düşünce sisteminin tezahürü halinde varlık kazanan Anayasa, Yasa, Tüzük ve Yönetmelikler mecmuu!

 

Bilgi ve yöntem / epistemolojik ve metodolojik bir çerçeveden bakıldığında, aslında tüm hakikatleri mündemiç “hususî dil” mevzuu, insan ve toplum meselelerinin halline dairdir. Kanaatimce, Kur’ân, Sünnet, İcma-ı Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha çerçevesinde anlam kazanan ve “Yaşayan İslam” veya “Yürüyen İslam”, “İman, İslam ve İhsan” yolu halinde ve belirli zaman ve mekana hitap eden yönüyle, “Hususî dil” keyfiyetini haizdir. Biz bu duruma “İstikamet Hattı” da diyebiliriz. “İstikamet Hattı” kavramı, bir şehrin, su, elektrik, doğalgaz, telefon, internet vs şeklindeki “şebeke hattı”ndan mülhemdir. Yine aynı şekilde, mesela “kalbten çıkan ana arter”, yani “kalbin sol karıncığından pompalanan oksijenlenmiş kanı bütün doku ve organlara dalları vasıtasıyla taşıyan vücudun en büyük atardamarı”, yani “Aort damarı” ile de doğrudan ilişkilidir. Diğer taraftan, mesela “dokulardaki oksijen-besin alışverişini gerçekleştiren küçük çaplı damarlar”, yani kalpten çıkan ve akciğerler tarafından oksijen verilen kanı vücuda pompalayan atardamarlar ile dokularda kullanılan kanı tekrar kalbe geri gönderen toplardamarlar arasında kalan kılcal damarlar”, yine “İstikamet Hattı”nın diğer bir yönden görünüşünün izahını mündemiçtir. “Şebeke Hattı”nın ulaştığı bilumum ikametgah adresleri ve dahi “Aort damarı” üzerinden “Atardamarlar” ve “Toplardamarlar” ve dahi “Kılcal Damarlar”, diğer bir ifadeyle de vücudun kan dolaşımı sistemi, İslam Şeriatı ile İslam Tasavvufu arasındaki ilişkiler yumağını da bihakkın andırıyor, hatırlatıyor. Denilebilir ki, İslam Şeriatı “Kur’ân, Sünnet, İcma-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha” üzerinden mesela Hadîs, Tefsir, Kelam ve Fıkıh gibi Şer’î veya Zahirî İlimlerin doğmasına, İslam Tasavvufu ise, “Şeriat, Tarikat ve Hakikat” üzerinden Batınî veya Ruhî ilimlerin doğmasına sebebiyet vermiştir. Allah ve Resulü başta olmak üzere, Ashab-ı Kiram, Tâbiîn, Tebeu’t-Tâbiîn ve Müçtehid İmamlar ve en nihayet, “Kurucu İrade” sahibi Sahici ve Büyük Mütefekkirler silsilesine sımsıkı bağlı olarak, diğer bir ifadeyle de “Şeriat, Tarikat ve Hakikat” silsilesi üzerinden yerini, değerini ve izahını bulan, dolayısıyla da “belirli bir duygu, düşünce ve irade sistemi”ni mündemiç “Fertte toplu topluluk hakikati”nin temsil makamı olarak, “Tevhidi ruh ve anlayış dünyası”nda ilkin “Vahdet-i Kusud”, sonrasında “Vahdet-i Vücud” ve daha sonrasında ise ucu açık bir şekilde devam eden “Vahdet-i Şuhud” olarak beliren ve en nihayet, yeni zaman ve mekanda tecelli eden tüm hakikatlerin teorik ve pratik alt yapısını oluşturan “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, “son ve som tevhidi ruh ve anlayış sistemi” olarak belirmiştir. “Her dünya görüşü aynı zamanda bir dildir” terkibi hükmü çerçevesinde söylersek, “belirli bir duygu, düşünce ve irade sistemi” veya “dünya görüşü” keyfiyetini haiz “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, tam da böyle bir “hususî dil” keyfiyetini haizdir. Sözkonusu olan bu “hususi dil ve diyalektik”, “Her şey O’dur” terkibi hükmüne ram olmuş olarak, “Eserde derinleşmek” manasını mündemiç “Varlığın Birliği”ni, yani “Vahdet-i Vücud” ruh ve anlayış sistemini ve bunun da devamı niteliğinde fakat bir tür tashihi mahiyetinde beliren “Vahdet-i Şuhud”, yani “Her şey O değil, O’ndandır” terkibi hükmüne ram olmuş olarak, daha ziyade “Müessirde derinleşmek” manasını mündemiç “Görünüşlerin Birliği”ni öncelemektedir. Tekrar edecek olursak, ucu açık bir şekilde bırakılan ve dünden bugüne “ruh ve aklın seyru sülükü”ne de taalluk eden bu yüce ve sahici durumun “son ve som” hali, içinde yaşadığımız yeni zaman ve mekanda “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi tarafından temsil edilmektedir. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, nasıl ki ana yol veya ana cadde halinde beliren ve tüm zahiri ve batını ilimleri mündemiç “Edille-i Şeriyye”, yani “Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas-ı Fukaha” çerçevesinde anlam kazanan mesela Hadîs, Tefsir, Siyer, Kelam, Fıkıh ve diğer itikadi ve ameli ilimlere de sımsıkı bağlı bir şekilde, doğrudan doğruya batın veya ledün ilmi üzerinden hareket eden Tasavvuf merkezli tevhidi ilimlerin de bir tür devamı niteliğinde belirmiştir. Yani, nasıl ki Kur’ân, Sünnet ve İcma üzerinden “Kıyas-ı Fukaha” bir ihtiyaç olarak belirmiştir, aynı şekilde, “Vahdet-i Kusud” merkezli “Vahdet-i Vücud” ve “Vahdet-i Şuhud” üzerinden İBDA Mimarı’nın çerçevelediği “Vahid-i Kıyas” da, içinde yaşanılan yeni zaman ve mekanda bir ihtiyaç olarak belirmiştir ve “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” tam da bunu gerçekleştirmektedir, bunun “ruh ve fikir sistemi” veya “dünya görüşü” manasına, “duygu, düşünce ve irade sistemi”ni örgüleştirmektedir. “Eserde derinleşmek” manasına “Varlığın Birliği” ve “Müessirde derinleşmek” manasına “Görünüşlerin Birliği” arasında konuşlanmış olarak, “Mutlak Varlık” olan Allah’ı “Mutlak Tevhid mümkün değildir” terkibi hükmü çerçevesinde “Bulamamacasına aramak” ve “Ben Kimim?” istifhamı üzerinden “Zat’ta Derinleşmek” manasına “Niyet, İdrak ve İrade Birliği” mevzuunu “Her şey O değil, O’ndandır; bu manada O’dur” hükmüne ram olacak şekilde billurlaştıran İBDA Mimarı, aynı zamanda “son ve som tevhidi ruh ve anlayış sistemi”nin de “Yaşayan” veya “Yürüyen” halini temsil etmektedir. Hem de kıyamete kadar baki ilim, fikir ve hikmet tarlasının “Kurucu İradesi” keyfiyetinde olarak.

 

Evet, nasıl ki “Edille-i Şeriyye” olarak beliren ve “Sünnet ve Cemaat Ehli” olarak da anlam kazanan “İslam Şeriatı” “Kıyas-ı Fukaha” üzerinden zahirde tamamlandı veya kemale erdi, aynı şekilde “İslam Şeriati”ne sımsıkı bağlı “İslam Tasavvufu” da, İBDA Mimarı’nın şahsında “Vahid-i Kıyas” üzerinden tamamlandı veya kemale erdi.

 

“İslam Tasavvufu” kültüründe “Vahdet-i Kusud”, “Vahdet-i Vücud” ve “Vahdet-i Şuhud” olarak beliren “Vahdaniyyet Düşüncesi” / “Tevhidi Ruh ve Anlayış Sistemi”, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi” üzerinden “Son ve Som” hâlini almıştır, denilebilir. Kanaatimce, “Son ve Som Tevhidi Ruh ve Anlayış Sistemi” olarak beliren malum ruh ve fikir sistemi, daha evvel de söylenildiği gibi, İBDA Mimarı’nın şahsında “Vahid-i Kıyas” üzerinden tamamlanmış ve kemale  erdirilmiştir. Ucu açık bir şekilde bırakılan ve sonrasında en yüce makamın “Ubudiyyet”, dolayısıyla da “Kulluk Makamı” olduğunun müjdeli haberini veren İmam-ı Rabbani Hazretleri’ne nisbetle, tıpkı İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin “Vahdet-i Vücud”u tashih etmesi örneğinde olduğu gibi, İBDA Mimarı da, tabiri caizse, “Vahdet-i Şuhud”u tashih edip “Ruh ve aklın seyru sülükü”nü kemale erdirmiştir. Dolayısıyla da, Tasavvufu bir isim olmaktan çıkartıp ilk hali ile buluşturmuştur. Çünkü malum ruh ve fikir sistemi, hakikatin bizatihi kendisi olarak zahir olmuştur. Bundan dolayıdır ki, “Arke veya Varlık Nedir?” sorusu eşliğinde “Hakikat arayıcılığı” mevzuunda, mesela “düşünce tarihi”nin en önemli aşamasını teşkil eden Felsefeyi de bir isim olmaktan çıkarmış ve aslına rücu ettirmiştir. İçinde yaşadığımız yeni zaman ve mekanda tecelli eden mana veya hakikat üzerinden söylersek, dün nasıl ki “İslam Şeriati” üzerinden anlam kazanan “Zahiri İlimler” kurtarıcı olmuştur, aynı şekilde bugün de “İslâm Şeriati”ne sımsıkı bağlı “İslam Tasavvufu” üzerinden veya içinden zahire çıkmış “Batınî İlimler” büyük ölçüde kurtarıcı olabilir. “Batınî İlimler” denilince hemen akla “Doğru Yolun Sapık Kolları”na taalluk eden “Hâricilik” ve “Bâtınilik” gibi bilumum sapıklıklar gelmesin, niyet ve kasdımız, her an değişen ve gelişen eşya ve hadiseler karşısında “Yapılması Gereken” olarak beliren, diğer bir ifadeyle de “insan ve toplum meselelerinin halline dair” kendisini gösteren “İlim, Fikir ve Hikmet” planındaki “Maharet ve Marifet” mevzuları akla gelmelidir. Bu mevzuda, İBDA Mimarı’nın “Allahu alem” kasdıyla dile getirdiği şu söz ziyade dikkati şayandır (mealen):

 

“Batının zahire çıktığı bir zaman diliminde yaşıyoruz.”

 

Batın zahire çıktıysa eğer, zahir de batına inmiş demektir. Yani zahir batın olarak anlam kazanmış demektir. Öyleyse; halihazırda zahirî olan, batın buudundan tekrardan yüce ve sahici bir değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Evet, bunun “nasıl”ı ve “niçin”i malum ruh ve fikir sistemi üzerinden izah edildiğine göre, mevzu sahibleri kendi mevzularını tekrardan yüce ve sahici bir değerlendirmeye tabi tutmalıdır. Bu mevzuda teorik ve pratik, epistemolojik ve metodolojik veya bilgi ve yöntem olarak İBDA Mimarı’nın bizatihi tüm yapıp ettikleri, yegane örnektir, misaldir. İBDA Mimarı’nın Şah-ı Nakşibendi Hazretleri’nin “Mutlak Tevhid mümkün değildir” sözü üzerinden “Mutlak Varlık” olan Allah’ı “Bulamamacasına aramak” şeklinde dile getirdiği ve “Ahd-i Misak” manasını da mündemiç olarak, “Ben Kimim?” istifhamı üzerine bina ettiği, ve son tahlilde, “Her şey O değil, O’ndadır; bu manada O’dur” şeklinde mühürlediği terkibi hükümler, tüm ilim, fikir ve hikmet ehli açısından yol haritası keyfiyetindedir, mahiyetindedir. Bir ilim, sadece kendi iç mantığına taalluk eden veçhesiyle, kuru akıl çerçevesinde bir ilim olarak kalmamalı, “Her ilim dipsiz bir kuyu” sözü üzerinden fikir ve hikmet buudları itibariyle de yeri, değeri ve izahı yapılmalıdır. Bizzat İBDA Mimarı’nın “ifade çetinliğini yaşamak lazım” şeklinde dile getirdiği durum.

 

“Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin kurucu iradesi olarak beliren İBDA Mimarı, malum ruh ve fikir sistemini “Vahdet-i Vücud” ve “Vahdet-i Şuhud” arasında “Vahid-i Kıyas” işi üzerinden örgüleştirdiğini dile getirmektedir. “Dil ve Diyalektik” çerçevesinde anlam kazanan Hikemiyat binasını da bu iki temel Tasavvufi okul veya ekol arasında konuşlandırdığını ima etmektedir. Yeni zaman ve mekana bakan yönü itibariyle İBDA Mimarı, kıyamet öncesi topyekün dünyaya “Yeni nizam yeni insan” teklif ettiğinden dolayıdır ki bu mevzu, çok dikkatlice değerlendirilmelidir.

 

İBDA Mimarı’nın örgüleştirdiği duygu, düşünce ve irade dünyası veya hikemiyat binası, “So Durum Som Oturum” çerçevesinde söylersek, tüm ilim, fikir ve hikmet ehli açısından büyük bir imkandır.

 

İslam nizamı, “Aslolan şeriattır” temel ölçüsü üzerinden anlam kazanmıştır. “Yaşayan veya yürüyen İslam” mefhumu üzerinden bu mevzu, süreç içerisinde, “Parça bütünün habercisidir” temel şiarını da mündemiç olarak, “Bütünün parçalara ayrılarak incelenmesi veya idrak edilmesi” manasına, mesela Tesfir, Hadîs, Hadîs Usulu, Siyer, Akaid, yani İlm-i Kelam ve Fıkıh, ki, itikat ve amelde iki veçhesiyle kendisini göstermektedir, ki bunlar, itikat ve amelde halihazıra dahil edilen malum mezhepleri de doğurmuştur. Ki bunlar da mesela itikatta Maturidi ve Eşari, amelde ise dört büyük Hak Mezhep halinde Hanefi, Maliki, Şafi, Hanbeli şeklinde kayıt altına alınmıştır. “Ehl-i Sünnet” hassasiyeti olarak da kayda geçen bu silsilenin ruh ve fikir veya anlayış boyutuna karşılık gelen bir de Tasavvuf boyutu vardır ki bu da, mesela Zühd ve Takva ehli tarafından, -ki bu da Allah Resûlü’nün batınına veraset edenler olarak kayıt altına alınmıştır-, süreç içerisinde malum “Tevhidi ruh ve anlayış sistemleri”ni doğurmuştur. Bunlar da, başlangıçta “Vahdet-i Kusud”, sonrasında “Vahdet-i Vücud” ve en nihayet “Vahdet-i Şuhud” olarak belirmiştir. “Yaşayan veya yürüyen İslam” çerçevesinde bir değerlendirme yapmak icab ettiğinde, temelde hem Zahir (Şeriat) ve hem de Batın (Tasavvuf) veçhesiyle iki yönlü ilerleyen bir süreç halinde yüründüğüne şahidlik sözkonusudur. “Aslolan Şeriattir” çerçevesi baki olmak üzere, Şeriate sımsıkı bağlı olarak beliren Tasavvuf ve sonrasında Tarikat okul veya ekolleri, sosyal hayatı şekillendirmede çok önemli fonksiyonlar icra etmişler, üstlenmişlerdir. Demek isterim ki, ilim, fikir ve hikmet dünyasında, diğer bir ifadeyle de maharet ve marifet dünyasında mesela Zahirde Şeriat, yani “Edille-i Şeriyye”, yani Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas-ı Fukaha, batında veya ruh ve fikir dünyasında ise Tasavvuf, yani “Vahdaniyet Düşüncesi”nin temsil makamı olarak beliren “Vahdet-i Kusud”, “Vahdet-i Vücud” ve “Vahdet-i Şuhud” okul veya ekollerinin son ve som hali, “Vahid-i Kıyas” üzerinden “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi tarafından temsil edilmektedir. “Ehl-i Sünnet İtikad ve Anlayışı” çerçevesinde bir değerlendirme yapmak icab ettiğinde, yani “Asr-ı Saadet”ten günümüze “Yaşayan veya yürüyen İslam” çerçevesinde bir değerlendirme yapmak icab ettiğinde, “İBDA Dil ve Diyalektiği”nde, mesela “Peşin Fikir” Hikmeti olarak da ifade edilen en yüce mana, “Ey İman edenler, iman ediniz” mutlak ölçüsüne riayet etmenin ve de inanmanın ne demek olduğunu da göstermektedir. “Peşin Fikir” Hikmeti, Tasavvuf ıstılahında çok önemli bir konumda olan “Tevbe-i Nasuh” kavramının ruh ve fikir buudundan dile getirilmiş halidir de denilebilir.

 

Evet; yine denilebilir ki “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, yukarıdaki malum ve meşhur kadim hikmetin adeta mücessemleşmiş hali olarak, “Ben Kimim?” istifhamına sımsıkı bağlı bir şekilde, Devletleşmeyi de gözleyen olarak, “Halvet der-Encümen” veya “Kesrette Vahdet” sırrını mündemiç “Tabut-u Sekine” veya “Ahid Sandığı” ile de doğrudan ilişkilidir. Dahası, aranılan ve bulunması gerekenin de ta kendisi! Ne alaka denilebilir? Birazdan İBDA Mimarı’nın “Ölüm Odası” isimli eserinden bu alakanın mahiyeti hakkında birkaç bir şey söylemek imkanı doğacaktır.

 

“Halvet der-Encümen” kavramı, Tasavvuf kültürü veya literatürünün en önemli kavramlarından biri, hatta başlıcasıdır. Manası, “Halk içinde Hakk ile beraber olmak”, yani “Halk içinde bulunarak Hakk’a kulluğa devam etmek” veya “İnsanın manevi gelişimini toplum içinde var olarak geliştirmesi” manasınadır. Şer’i hükümlerin sadece zahirine değil, künhüne de nüfuz etmek! Bunun için de illa ki devletleşmek!

 

İslam’da Devlet geleneği Osmanlı Devleti ile birlikte son bulmuştur. Asr-ı Saadet veya Hulefa-i Raşidin dönemi ile başlayan süreç, “Yaşayan veya Yürüyen İslam” şeklinde ilkin Emevîler, sonrasında Abbasîler ve daha sonrasında ise Selçukîler ve en nihayet, Osmanîler ile birlikte “Devlet-i Ebedmüddet” manası veya geleneği, her ne kadar bâtında varlığını devam ettiriyor ise de, zâhiri planda son bulmuştur. “Yeniden inşa”, -ki bundan dolayıdır ki İHYA değil, İBDA!- bir zorunluluk olarak Müslümanların sırtında bir yük olarak durmaktadır. “İNŞA” kelimesine hassaten dikkat etmek gerekiyor. Evet, “İHYA” değil, “İHYA”yı da mündemiç “İNŞA”, yani “İBDA” bir zorunluluk olarak duruyor. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi üzerinden teklif edilen “Başyücelik Devleti” plan, program ve projesi, bâtında varlığını devam ettiren “Devlet-i Ebedmüddet” manasının tekrardan zâhire çıkması için bir teklif veya tebliğ olarak algılanmalıdır. Aslında bu teklif veya tebliğ, İslam Şeriatına paralel olarak, bir tür “Paralel Devlet” statüsünde varlığını ta başlangıçtan bugüne devam ettirmiş olan bir teklif veya tebliğdir. Sözkonusu teklif veya tebliğ, bizzat Allah Resûlü tarafından Hazret-i Ebubekir (r.a) üzerinden sevk ve idare edilmektedir. Ki bu teklif veya tebliğ, dünden bugüne Nakşi Silsilesi üzerinden sırtlanmış olarak yürütülmektedir. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi işte tam da bu sürecin zahire çıkarılması sürecine taalluk etmektedir. Günümüz dünyası Müslümanlarının anlamadığı ve de anlamak istemedikleri şeyin ne mana ifade ettiği anlaşılsa bari!    

 

Evet, Nakşi Silsilesi’nin en temel esaslarından biri olarak kabul edilen “Halvet der-Encümen” kavramı ile anlatılmak istenen o dur ki, “İnsanın elini işten çekerek inzivaya yönelmesini değil, tam aksine, kalbinde Allah sevgisi ile işinin başında olmasını gerektirmektedir.” Hal böyle olunca da, malum ruh ve fikir sistemi, mesela sahici bir ideolojik formasyona açılan en büyük son ve som tevhid kapısı olarak da kabul edilebilir. “Fikri yaşamak ve yaşamayı fikir bilmek”, “Gerekeni gerektiği yerde gerektiği kadar yapmak”, “Duayı icrada aramak” ve en önemlisi de, “Şehidlik şuuru” şeklinde kayıt altına alınan malum “terkibi hüküm”ler bu mevzuda ziyade önemli!

 

“Kesrette Vahdet” kavramı, “El kârda, gönül Yâr’da” manasını mündemiç olarak, temelde mümin kulun manevi seviyesini gösteren bir kulluk adabının varlığına işaret etmekle birlikte, aslında “Halk içinde Hakk ile beraber olmak” manasını da mündemiçtir. Tam da bu noktada, fıkhi bir terim olarak, mesela “kârın tamamının sermaye sahibine ait olması şartıyla işleticiye sermaye vermek” anlamındaki İBDA’nın etimolojik, iştikak veya kelime kök bilgisini yardıma çağırmak gerekir ki, o da şu:

 

Lügatta “kesip ayırmak, âşikâr olmak, açıklamak” manasındaki bad‘ kökünden türetilmiş olan ibdâ‘ kelimesinin diğer anlamlarının yanı sıra, “bir malı sermaye olarak vermek” mânasına gelir. İslâm Hukuku veya Fıkhında ise ibdâ‘ (mübâdaa), hukukî bir işlem türü olarak kabul edilir ve Mecelle’de bu, “bir kimsenin kârı tamamen kendisine olması şartıyla bir kimseye işletmesi için sermaye vermesi” şeklinde tanımlanır. İslam Hukukunda veya Fıkhında sermaye sahibine mübdi‘ denir. İşletici olsn kişiye ise, müstebdi‘ denilir. Daha derin bir iştikak sözkonusu olduğunda ise, mesela Bidâa kelimesi genelde ticarî eşya, özelde ibdâ‘ yoluyla işletilen sermaye, bazan da ibdâ‘ akdi anlamında kullanılmaktadır.

 

İBDA külliyatında, İBDA’nın “kâri tamamen kendisine ait olmak üzere sermaye vermek” manası üzerinde sıkça durulmaktadır. Kanaatimce, İBDA Mimarı, ruh ve fikir buudundan muhatablarına o denli bir imkan sunmuştur ki, kıyamet öncesi bahse mevzu zenginliğin, yani Mehdi ile birlikte gelecek olan maddi ve manevî zenginliğin ne demek olduğunu da bihakkın açık etmektedir.

 

İBDA tanımlaması içerisinde geçen ve mevzuumuzla da doğrudan ilişkili olarak Mübdi’ kelimesinin ne mana ifade ettiğine bir bakacak olursak, o da şu:

 

“Lügatta “bir işe başlamak, bir işi diğerlerinden önce yapmak; yaratmak” mânalarındaki bed’ kökünün “yaratmak” anlamındaki ibdâ’ masdarından türemiş bir sıfat olan mübdi’ “modeli ve örneği olmaksızın ibtidâen yaratan” demektir. Râgıb el-İsfahânî, mübdi’ ile onun alternatifini teşkil eden muîde kelimesine, “nesne ve olayların başlangıç ve bitiminde sebep fonksiyonu icra eden varlık” mânasını vermiştir. Bu durumda İsfahânî, bitimi ikinci var oluşun başlangıcı olarak saymıştır. Allah’a nisbet edilen bed’ veya ibdâ’ kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de yer aldığı âyetlerin çoğunda ve doksan dokuz esmâ-i hüsnâ listesinde muîd isminin masdarı olan iâde kavramıyla birlikte kullanılmıştır. Sözlükte “geri dönmek” mânasındaki avd (avdet) kökünün “tekrar etmek, ikinci defa başlamak” anlamına gelen iâde kalıbından türemiş bir sıfat olan muîd “tekrar eden” demektir. Zât-ı ilâhiyyeye nisbet edildiğinde “yaratmayı tekrarlayan, tekrar yaratan” mânasını taşır.

 

İster Asr-ı Saadet / Hülefa-i Raşidin döneminden başlayıp Osmanlı Devleti ile biten sürecin, yani “Yaşayan veya Yürüyen İslam” manasına “Devlet-i Ebedmüddet” manası üzerinden zahirde tekrardan yeni bir sürecin başlatılacağına işaret olarak kabul edilsin, isterse “Edille-i Şerriyye” çerçevesinde “Kıyas-ı Fukaha” ile de irtibatlı olarak, mesela Tasavvuf buundundan anlam kazanan “Vahdet-i Kusud”, “Vahdet-i Vücud” ve “Vahdet-i Şuhud” çerçevesinde “Vahid-i Kıyas” üzerinden “Son ve Som Tevhidi ruh ve anlayış Sistemi”nin başlangıcı olarak kabul edilsin, her halükarda, mesela “Örnek Ümmet Modeli” olarak “Sahabe Kadrosu” örnek alındığından, yani Tasavvufu mündemiç Şeriatın varlığı sözkonusu olduğundan dolayıdır ki, “baş ve son” veya “mebde ve mead” manası daha bir ayan olmaktadır. İBDA mimarı’nın “Sona geldik, en sona…” sözünühatırlamanın tam yeri!

 

Yine yukarıdaki tanımlama içerisinde “Örneksiz olarak yaratma” analamında İBDÂ’ kelimesinin ne mana ifade ettiğine de bir bakacak olursak, o da şu:

 

“Yaratmak” kelimesinin Arapça karşılığı olarak İslâmî kaynaklarda en sık geçen kelime halktır.  Halk kelimesini bildik manada Halk ile karıştırmamak lazımdır. Onu da kuşatan olarak, daha ziyade mesela “Halkın dili Hakkın dilidir” terkibi hükmünde geçen Halk kelimesi ile ilişkilendirmek gerekiyor. Evet, Halk kelimesi, lûgatta “yaratmak, meydana getirmek, bir şeyden yeni bir şey icat etmek, imal etmek, ölçüp biçmek (takdir)” ve mecazen “yakıştırmak, uydurmak” gibi anlamlarda masdar, “yaratılmışlar, insanlar” mânasında bir isimdir. Aynı kökten olan, mesela “yaratılış, fıtrat, tabiat” manasına Hilkat, “yaratan” manasına Hâlik ve Hallâk, “yaratılan” manasına Mahlûk, “tabiat, huy, karakter ve ahlâk” manasına Hulk veya Huluk kelimeleri, Halk kelimesinin iştikakları arasında yer almaktadır. Râgıb el-İsfahânî, halk ve hulkun aslında aynı mânayı ifade ettiğini belirttikten sonra Kur’an’dan örnekler vererek gözle görülebilen şeylerin dış yapıları, şekilleri ve sûretleri için halk; basîretle görülebilen psikolojik güçler ve karakter için hulk kelimesinin kullanıldığını söyler. Halk kavramı dinî terminolojide özellikle Allah’a mahsus olmak üzere “yaratmak, yoktan var etmek” şeklinde tanımlanır. İbn Sîde mutlak bir ifadeyle, “Allah bir şeyi halketti” denildiğinde bunun, “Yokken var etti” mânasına geldiğini belirtir. Hâlik ve hallâk kelimelerinin başında harf-i ta‘rif bulunduğunda sadece Allah için kullanıldığı belirtilir. Eski sözlüklerde halk kelimesinin aslî mânasının “takdir” (ölçüp biçmek) olduğu kaydedilir. İlk sözlük yazarlarından Ebû Bekir İbnü’l-Enbârî halk kelimesinin “ilk defa ortaya konan bir örneğe göre eşyaya yapı kazandırma” (inşâ) ve “olması istenen şeyin ölçülerini belirleme” (takdir) şeklinde iki anlama geldiğini söyler. Birinci anlama, “Biliniz ki halk da emir de Allah’ındır”, ikincisine, “Halkedenlerin en güzeli olan Allah yüceler yücesidir”, meâlindeki âyetler örnek gösterilir. Hz. Îsâ’nın İsrâiloğulları’na mûcize olarak çamurdan kuş biçiminde bir şey yapacağını söylediğine dair âyette geçen halk, “takdir” mânasındadır ve Îsâ’nın “yoktan ortaya çıkarmayı kastetmediği özellikle belirtilir. Râgıb el-İsfahânî’ye göre halk kavramı “bir şeyin ölçülerini belirlemek” veya “uydurmak, yakıştırmak” anlamıyla insanlara da nisbet edilebilir. Nitekim Mü’minûn sûresinde halk ilk anlamda, “Siz putperestler, asılsız inançlar uyduruyorsunuz” âyetinde ikinci anlamda kullanılmıştır. Nisâ sûresinde geçen, “O inkârcılar Allah’ın halkını mutlaka değiştirecekler” ifadesindeki “Allah’ın halkı” terkibini İbn Abbas, İkrime, Mücâhid gibi ilk müfessirler -halk kelimesinin fıtratla birlikte kullanıldığı âyeti delil göstererek- “Allah’ın dini” olarak yorumlamışlardır, Taberî de bu yorumu tercih etmiştir. Aynı terkip “Allah’ın hükmü” diye de açıklanmıştır. Şuarâ sûresindeki “huluku’l-evvelîn” bazı kıraat âlimlerince “halku’l-evvelîn” şeklinde okunmuştur, bu kıraate göre terkip “öncekilerin uydurması, yakıştırması, eskilerin masalları (esâtîrü’l-evvelîn ve hurafeleri” (ehâdîs) mânasına gelir. Son anlam için ihtilâk da kullanılır. Bu kelime müşriklerin Kur’an vahyine yönelik ifadelerinde yer almaktadır.

 

İslâmî kaynaklarda yaratmayla ilgili ibdâ‘ber’zer’fatrsun‘inşâ’ihdâsîcâdtasvîrtekvînihtirâ‘ca‘l gibi kavramlar da yer almaktadır. “Yapmak, inşa etmek, ihdas etmek; başlamak, ilk olmak” anlamlarındaki bed‘ kökünden ziyâdeli masdar olan ibdâ‘ Allah’a nisbet edildiğinde “önceden bir örneği olmadan bir şeyi yaratmak”; “alete, maddeye, zamana ve mekâna bağlı kalmadan bir şeye varlık kazandırmak”; “bir şeyi yoktan var etmek, bir şeyden başka bir şey oluşturmak” gibi farklı şekillerde açıklanmıştır. Aynı kökten bedî‘ Allah’ın isimlerindendir. “Benzersiz yaratmak, her bir varlığı fiilen meydana getirmek, açığa çıkarmak” şeklinde açıklanan ber’ kelimesinin halktan farklı olarak özellikle canlıların yaratılması hakkında kullanıldığı belirtilir. Aynı kökten türeyen bâri’ de Allah’ın isimlerindendir. İbn Manzûr, “yaratmak, yaratarak çoğaltmak” anlamındaki zer’ kökünden türeyen zâri’i bâriin eş anlamlısı diye gösterir. Asıl mânası “yarmak” olan fatr Allah’a nisbet edildiğinde “varlığı yaratmak, ortaya çıkarmak”, fıtrat ise “ilk baştan yapmak, yaratmak; çocuğa anne karnında Allah’ın verdiği ilk yapı, hilkat, temiz tabiat; insanın özündeki Allah’ı tanıma yeteneği” gibi anlamlara gelir. Sun‘ kelimesini “iş yapmak” diye izah eden Râgıb el-İsfahânî, her fiilin sun‘ fakat her sun‘un fiil olmadığını, hayvanlara ve cansız varlıklara sun‘ nisbet edilmeyeceğini” söyler. Sun‘ kökünden türeyen sâni‘ Allah lafzı veya hâlik yerine kullanılır. “Canlanmak, hayat bulmak, büyüyüp gelişmek, gençlik çağına girmek” anlamındaki neş’/neş’e kökünden türeyen inşâ kelimesine İbn Manzûr, “yaratmaya başlamak” mânasını verir. Râgıb el-İsfahânî kelimenin daha çok canlılar hakkında kullanıldığını belirtir. “Yokken var olmak, vuku bulmak, sonradan meydana gelmek” anlamındaki hudûs/hadâse kökünden türeyen, bilhassa kelâm ve felsefede yaratma konusunda çok sık kullanılan kelimelerden olan ihdâs “bir şeyi yok iken var etmek”, “zaman içinde var etmek” diye açıklanmıştır. Vücûd kökünden îcâd da “varlık vermek, örneksiz yaratmak” anlamında daha çok kâinatın yaratılışı bağlamında sıkça kullanılan felsefe terimlerindendir. “Şekil, biçim, örnek, bir şeyin dış görünüşü, yapısı, hakikati, mahiyeti, özü” anlamındaki sûretten gelen tasvir, İbn Manzûr’a göre Allah’a nisbet edildiğinde “her bir varlığa özel bir sûret vermek, başka varlıklardan ayırt edilmesini sağlayan bir yapı kazandırmak” mânasına gelir. “Var olmak, vuku bulmak, meydana gelmek” anlamındaki kevn/kiyân kökünden türeyen tekvin Allah’ın sıfatı olarak “varlığı meydana getirmek, oluşturmak, yaratmak, icat etmek” anlamındadır. Cürcânî tekvini “bir şeyi maddî bir asıldan icat etmek” şeklinde tanımlar. Râgıb el-İsfahânî birçok kelâmcının tekvini “ibdâ‘” mânasında kullandığını belirtirken Cürcânî bir şeyin maddî bir asla ve zamana bağlanmadan var edilmesine ibdâ‘, madde ve olaylara bağlı olarak zaman içinde var edilmesine tekvin denildiğini söyler. İhtirâ‘ kelimesi “yarmak, yırtmak, parçalamak” anlamındaki har‘ kökünden türemiş olup kelâm ve felsefede “yaratmak, yeni bir şey ortaya çıkarmak, inşa etmek” mânasında Allah’ın varlığını kanıtlamak için geliştirilen delillerden biridir. “Koymak, bir şey yapmak, icat etmek, bir şeyden başka bir şey meydana getirmek, bir nesnenin durumunu değiştirmek” anlamlarını içeren ca‘l yaratmanın farklı tarzları için kullanılır.

 

TDV İslam ansiklopedisindeki İBDÂ’ maddesinden hareketle, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminde “Halvet de-Encümen” veya “Kesrette vahdet” sırrının madde ve manada ne mana ifade ettiği ve nasıl bir ilişkiler yumağı belirttiği araştırmaya değer bir mevzudur. “Halkın dili Hakkın dilidir” terkibi hükmünden mülhem “İBDA'nın dili Hakkın dilidir”, dolayısıyla da "Halkın dili İBDA'nın dilidir" şeklinde bir çıkarım saçma olmasa gerek. Gerek İslam Tasavvufunu ve gerekse Batı Tefekkürü, yani Felsefeyi birer isim olmaktan çıkaran "Yürüyen Büyük Doğu: İBDA", bizatihi hakikatin kendisi olarak zahir olmuştur. “Vahdet-i Vücud” ve “Vahdet-i Şuhud” arasında “Vahid-i Kıyas” işi üzerinde olduğunu belirten İBDA Mimarı, "Kust" veya "Kusto" kelimesini merkeze alarak Allah, İnsan ve Kainat muhasebesi yapar. “Vahdet-i Kusud” üzerinden yeni bir okuma yapmak, sanırım isabetli bir yaklaşım olacaktır.

 

“Vahdet-i Kusud”?.. Vahdet kelimesi lügatte “birlik, tek ve bir olma; yalnızlık, inziva, uzlet, halvet” anlamlarına gelmektedir. Tasavvufta ise vücudun birliği, varlıkların bir ve tek olduğu kanaati, varlıkları bir bilme düşüncesidir. Bu bağlamda, vahdet varlıkların tek olduğuna ve her şeyin tek olan Allah’ın değişik tecellileri ve görünüşleri olduğuna inanma temeline dayanan tasavvufi anlayıştır. Vahdet-i küsûd, “murat ve kasıtların birliği” anlamındadır. Kulun irade, düşünce ve arzularının Allah’ın muradına denk gelmesi neticesinde zâhir olan iradenin tek irade olması halidir.

 

Kast edilen şeyde vahdet, kulun istediği ile Allah’ın irade ettiği şeyin aynı olması hâlidir. Vahdet-i Kusud, kulun maksadı ve muradı ile Allah’ın kulu hakkında irade ettiği şeyin örtüşmesi halidir. Kul kendi irade ve isteklerinden vazgeçerek Allah’a yönelir ve onların yerine Allah’ın irade ve isteklerini koyar. Kul ile Hakk’ın ortak bir yerde buluşmaları değildir sözkonusu olan, kulun, Allah iradesinde kendini konumlandırmasıdır. Demişlerdir ki, Vahdet-i kusud, vahdetin en aşağı derecesi, belki avamcasıdır. Bütün müminlerin bu vahdet anlayışı içinde kulluk etmeleri gerekir. Bu yüzden eskiler “Lâ maksûde illallah (Allah'tan başka maksat yoktur)” demişlerdir.

 

Tasavvuf ıstılahında ne kadar çok derinlik, o kadar çok yükseklik olarak anlam kazanır. Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl,  İBDA Mimarı’na hitaben, mealen, “Ben çok indim” derken, aslında bu söylem, İBDA Mimarı’nın makamının ne kadar çok yüksek olduğuna işaret etmek içindi!

 

Vahdet-i Vücud ve Vahdet-i Şuhud muhiblerince Tevhidin bir yorum biçimi olarak kabul edilen Vahdet-i Kusud, halka ait bir vahdet anlayışı olarak kabul edilir.

 

Daha düne kadar, mesela Ehl-i Tasavvuf olmak şartı, zahiri ilimlerin bir devamı niteliğinde idi. İlmi tekamül hal izahını Tasavvuf üzerinden yapmak imkanı elde etti. Tasavvuf, sıradan Halka, yani Avama değil, İlim, Fikir ve Hikmet erbabı Havass’a hitab eder. Bugün bu hal, Tarikat Müessisesi üzerinden sanki ihlal ediliyormuş gibi bir manzara doğurdu. Halbu ki, özellikle de Nakşi Silsilesi’nde, mesela “Zamanın maksadı veya muradına göre hareket etmek” şiarı baskındır. “Zamanın maksadı veya muradı nedir?” sorusuna verilecek cevap, “Nakşi Silsilesi’nin niçin doğrudan Havass için değil de, Avam’ı da içine alacak şekilde geniş bir yelpazede Halka açık bir hale geldi?” sorusunun cevabı ile bir ve aynıdır. Kanaatimce bu sorunun icmalen cevabı, “İstikbal İslamındır” mutlak müjdesine yataklık eden “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin en önemli argümanlarından biri halinde, İBDA Mimarı’nın şu sözünde saklıdır:

 

“Velilik bir mecburiyettir.”  

 

Mutasavvıflara göre vahdet-i kusud, kalbte Allah’ın ilahlığını yerleştirmek, Allah dışındaki varlıkların (masiva) tanrılığını reddetmektir. Herşeyden evvel Allah’a kul olmayı, Allah sevgisi ile hemhal olmayı ve dahi Allah’tan bihakkın korkmayı öncelemektedir. “Allah için buğz ve Allah için aşk” temel ölçüsü baştacıdır. İhtiyaçlarını Allah’tan istemek, sabır ve tevekkül ehli olmak, istemeyi bile istememek, kısacası, isteyerek, özgür iradeyle Allah dışındaki varlıklardan yüz çevirmektir.

 

Burada bir “İrade Birliği” söz konusudur. Ancak, “Küllî İrade” sahibi Allah ve “Cüz’i İrade” sahibi İnsanın bir ve tek olması asla ve kat’a düşünülemez. Şah-ı Nakşibendi Hazretleri’nin “Mutalk Tevhid mümkün değildir” sözü üzerinden İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin Allah’ı tarif edilemezliği içinde tarif eden cümleleri ve en nihayet, İBDA Mimarı’nın “Mutlak Varlık” olan Allah’ı “Bulamamacasına aramak” mottosu üzerinden “Ben Kimim?” istifhamı üzerine bütün bir fikriyatını İNŞA etmesi! Evet, İnsan, iradesini Allah’ın iradesinde yok etmiştir. Kendinden geçme durumu sözkonusu bile değildir. uyanık olma hali ve her şeyi kendi gerçekliği içinde değerlendirmek esastır. “Telegram” sürecinde, İBDA Mimarı’nın, “En zor şartlar altında dahi ben hiçbir zaman muhakeme melekemi yitirmedim”, mealindeki sözünü hatırlamanın ve de hatırlatmanın tam yeri! 

 

“Vahdet-i Kusud” mevzusunun “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi ve onun “Yüce Mimarı” ile olan bağlantısına gelince, o da şu:

 

Baran Dergisi'nde tefrika edilen ve Alt başlığı “B- Yedi” olan “Ölüm Odası” isimli eserin 193. Bölümünde, “Kumandan (Topluluk Hakikatinin Hakikati)” başlığı altında tüm söylenenler çok çok önemli! Mevzuumuzla doğrudan ilişkili olarak tek bir paragraf ve bu paragrafın göbeğinde yer alan iki cümle, muradımızı anlatmak için kafidir. Sözkonusu paragrafın nasıl okunması başlı başına bir problem olduğu kadar, nasıl aktarılması da bir problem olarak çözümlemeyi beklemektedir. Dilimizin döndüğü ve idrakımızın yettiği kadarıyla kendimizce bir okuma denemesinde bulunacağım.  

 

İBDA Mimarı, sözkonusu olan paragrafta ilkin büyük harflerle “KUTSAL SANDIK” ve “BAKIR HALKA” kavramlarını 445 ebced değerinde buluşturuyorlar. 445 rakamını derinliğine ve genişliğine doğru tahlil etmek isteyenler, alt başlığı “Lûgat-ı Salihun” olan “Furkan” isimli esere müracaat edebilirler. “Kutsal Sandık”, yani “Ahid Sandığı” veya “Tabut-u Sekine” ile olan ilişkisi bir yana, “Tabut-u Sekine” ile birlikte “Bakır Halka”nın Hazret-i Mehdi Aleyhisselam ile olan doğrudan ilişkisini bilenler biliyor. Eserlerde bu mevzuda fazlasıyla bilgi mevcuttur. Kanaatimce, “Tabut-u Sekine” ve “Bakır Halka” esprisi, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin de ta kendisi! Sözkonusu paragraftaki cümlelere devam edecek olrsak; “Manevî yoldan yardım”, “Lütuf” ve “Tabiî şevk ve meyil” manasına “HİMMET” kelimesi ile, “Doğan kuşunun avının peşine düşmesi” manasına “KARNESA” kelimeleri yine 445 ebced değerinde buluşturuluyor ki burada İBDA Mimarı, parantez içerisinde “Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylanî Hazretleri’nin bir namı”nın da “Akdoğan” olduğuna işaret ediyor. Bilindiği üzere Abdülkadir Geylanî Hazretleri, Hazret-i Ali (r.a) Efendimiz ile de ilişkili olarak, Kadiriyye Tarikatının kurucu iradesi ve cehri zikrin de temsilcisidir. Diğer taraftan, “MUHYİDDİN-İ ARABΔ ve “Aydınlatıcı âlet” manasına “MEŞ’ALE” kelimeleri de yine 445 ebced değerinde buluşturuluyor. İbni Arabi Hazretleri, Endülüs Medeniyeti’nin tasfiyesi sonrasında sadece İslam dünyası için değil, tüm Batı dünyası için de bir tür “Meş’ale” olarak kabul görmüştür. Denilebilir ki dünden bugüne İbni Arabî Hazretleri, İBDA Mimarı’nın şahsında, “İslam Tasavvufu” ve “Batı Tefekkürü”nün hiç olmadığı kadar birbirine yakınlaştırılmasının merkezinde durmaktadır. Bu mevzuda “Vahdet-i Vücud” ve “Vahdet-i Mevcut” kavramlarını hatırlatmakta yarar vardır. Bilindiği üzere, “Allah ile evrenin birliğini savunan maddeci düşünce” olarak, “Vücudiye de denilen vahdet-i mevcud, Batı felsefesindeki materyalist panteizmin İslâm dünyasındaki karşılığıdır. Görülen dünya lehine Allah'ın varlığını reddettiği için İslâm bilginleri tarafından dinsizlerin, zındıkların yolu olarak da tanımlanır. Zaman zaman vahdet-i vücud anlayışı ile karıştırıldığı da görülmektedir.” Halbu ki, “Vahdet-i Vücud” ile “Vahdet-i Mevcud” çok farklı mecralarda seyretmektedir. İBDA Mimarı’nın “Posta Güvercini” ve alelade uçuş halinde olan “Bildik Güvercin” arasındaki ilişkiden mülhem tüm söyledikleri, burada da geçerli! İBDA Mimarı, sözkonusu paragrafta, bizi ilgilendiren mevzulara da parantez açtığı mevzulara geçmeden evvel, “Büyük emir”, “Kolları kalın olan” manasına “HUDDUME” kelimesi ile “Delil oluş” ve “İsbata vasıta oluş” manasına “DALLİYET” kelimelerini de yine 445 ebced değerinde buluşturuyorlar. İBDA Mimarı burada, tırnak içinde “Üstadım” şeklinde bir not düşüyor ki bu, “Üstad” olarak kabul ettiği Büyük Doğu Mimarı’na ne gözle bakılması gerektiğini de ayrıca ele veriyor. İBDA Mimarı, burada bir parantez açıyor ve orada, “Fe harfi, Allah’ın “Kaviyy-Kuvvetli” ismine, Melekler mertebesine ve Kamer menzillerinden “çadır, çatı, dibace, takdim” anlamına gelen “Sa’du’l Ahbiyye” işaret eder!” şeklinde bir bilgi notuna yer veriyor ve paragrafı sonlandırıyor. Tüm bunlardan sonra, mevzuun göbek kısmına değinecek olursak, o da şu:

 

İBDA Mimarı, sözkonusu paragrafta,  “HUDDUME” kelimesinin manalarını verdikten hemen sonra bir parantez açıyor ve bu parantez içerisinde, “Deniz tutması” manasına “Hüdam” kelimesi ile doğrudan “Gram miktarı ilâç” cümlesini 50 ebced değerinde buluşturuyorlar. Ve devamı halinde de, “Üstadım’ın bir eczahâne’deki ilâç şişelerinden birinde bulunan kurtarıcı ilâç teşbihini hatırlayınız!” cümlesine yer veriyorlar. Bu mevzuda da eserlerde çokça bilgi mevcuttur ve meraklısı araştırıp bakabilir. Geldik mevzuun en can alıcı noktasına. İBDA Mimarı, “Cin taifesinden bir nesne” ve “Hizmette bulunanlar” manasına “Huddam” kelimesi ile “Tasavvufta kasdı ve iradesi, Allah ve Resûlü’nün kuşatan iradesinde fani olmak tarikinde bulunanlar hakkında kullanılan bir tâbir” manasındaki Kusudiyye” kelimesini 645 ebced değerinde buluşturuyorlar ki mevzu, “Vahdet-i Kusud” mevzuunun da ta kendisi olarak belirmektedir. Diğer taraftan, İBDA Mimarı, “Topalak otu” ve “Bir şeyi kısımlara ayırmak, tefrik etmek” manasına “Kusud” kelimesi ile,  “Kendisinde “Hakîkî” hikmet tecelli eden Peygamber’in ismi” manasına “İshak” kelimesi ile “İdris Aleyhisselâm’da tecelli eden hikmet” manasına “Kuddus” kelimelerini 170 ebced değerinde buluşturuyorlar ki bu meselenin ne denli önemli olduğunu göstermesi bakımından çok dikkati şayandır. “Bir şeyi yapmaya mecbur olan kişi” ve “Vazifeli kişi” manasına “Mükellef” kelimesi ile “Bitli kişi” manasına “Kamel” kelimelerinin yine aynı (170) ebced değerinde buluşturulmaları da ayrıca dikkati şayandır.

 

“Kusudiyye” şeklinde dile getirilen “Vahdet-i Kusud”, ““Topalak otu” ve “Bir şeyi kısımlara ayırmak, tefrik etmek” manasına “Kusud” kelimesi üzerinden “İBDA” ve “Kust” kelimeleri ile de doğrudan ilişkilidir.

 

“Yürüyen Büyük Doğu: İBDA"nın alelade bir isimlendirme olmadığını bilenler, “Nakşi Sırrıdır kavgam” mottosuna niçin yer verildiğini de bihakkın bilirler. Bu mevzuun lübbü, Nakşi Silsilesi’nin bâtınına işaret eder. Yani,  “Sıddıkıyyet” makamının biricik nasipdarı Hazret-i Ebu Bekir (r.a) ile de doğrudan ilişkilidir. Bütün bir insanlık, Allah Resûlü’ne bağlıdır. “Allah kulu olmak” bakımından Mümin ve Kafir arasında hiçbir fark yoktur. “Allah’ın kulu” veya “Allah’a kul olmak” bakımından ise Mümin ve Kafir birbirinden farklıdır. “Allah’a kul olmak”, Allah Resûlü’ne nisbetledir. “Allah’a kul olmak”, yani Mümin veya Mümine olmak ise, Hazret-i Ebu Bekir (r.a) üzerinden yerini, değerini ve izahını bulur. Hazret-i Ebu Bekir (r.a) anlaşılmadan, Allah Resulü’ne bağlı olmanın / nisbetin ne mana ifade ettiği ve mahiyetinin ne olduğu ne hikmet planında ve ne de fikir, ilim ve teknik cihetinden kâmil manada anlaşılamaz. Allah Resûlü’ne ulaşmanın ruh ve akıl / madde ve ilim kapısı her ne kadar Hazret-i Ali (r.a) üzerinden geçiyor ise de, madde ve ilmi veya ruh ve aklı Hak ve Hakikat nazarında anlamlı kılan mana kapısı, Hazret-i Ebu Bekir (r.a)’a nisbetle anlam kazanıyor. 

 

“Halvet der-Encümen” veya “Kesrette Vahdet”, menşeinde, “insanoğlunun temel faaliyetleri” olarak da anlam kazanan “duygu, düşünce ve iradi faaliyetler”, diğer bir ifadeyle de “Niyet, İdrak ve İrade Birliği” manası üzerinden aslında bir tür “Vahdet-i Kusud” mevzuu olarak da algılanabilir. Mevzuun temelinde, içinde “kasd ve irade” olan “Cüz’i irade ve Küllî irade” buluşması veya buluşturulması hadisesi vardır. Hak ve hakikatin temsil makamı olarak beliren “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ve onun “içtimai sistem” plan program ve projesi halinde “İdeolocya Örgüsü” veya “Başyücelik Devleti”, mesela “İslama Muhatap Anlayış” davası üzerinden söylersek, Allah Resûlü ve Hazret-i Ebu Bekir (r.a) arasında, mesela “Sevr Mağarası”nda vuku bulan “Mağara Sırrı” ile de doğrudan ilişkilidir. Hal böyle olunca, “Tabut-u Sekine” veya “Ahid Sandığı” manasını da mündemiç olarak, İBDA Mimarı’nın “Nakşi sırrıdır kavgam” sözü üzerinden daha bir anlamlı!

 

“Vahdet-i Vücud”, “Bir bilmek”, “Vahdet-i Şühud” ise “Bir görmek” şeklinde özetlenmiştir. “Vahdet-i Kusud” ise, “Bilmek görmenin aynı”dır şeklinde özetlenebilir. Birincisinde “Varlığın Birliğ”, diğerinde “Görünüşlerin Birliği”, bir diğerinde ise, “Niyet, İdrak ve İradenin Birliği” sözkonusudur. Yani Allah’ı görür gibi davranmak ve Allah’ı görür gibi ibadet etmek! Tedaisi, “Cibril Hadîsi”nde geçen “İhsan” kavramı! “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin konuşlandığı nokta, cümlesinden nasipli olarak, “İhsan” kavramı ile doğrudan alakalı!

 

“İslam tasavvufu karşısında Batı tefekkürünü hesaba çeken” “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, “Vahdet-i Vücud” ve “Vahdet-i Şuhud” arasında “Vahid-i Kıyas” işi üzerinde olduğunu ilan ve ifşa eder. Bunu da, “Her şey O değil, O’ndandır; bu manada O’dur” şeklinde mottolaştırmış ve yeni zaman ve mekanda sahici insan soyunun ilim, kültür, irfan ve idrak hamulesine “benzersiz bir oluş” seyri olarak sunmuştur. Bu sunum, “Fertte toplu topluluk hakikati”ne sımsıkı bağlı bir şekilde, ferdin kendi “Fert Hakikati”ni yakalaması için “benzersiz bir usul” çerçevesi olarak da algılanabilir. Çünkü bu sunumun “Başöğretmeni” ve zatında tatbikçisi olan İBDA Mimarı, “Mutlak tevhid mümkün değildir” terkibi hükmü üzerinden ve dahi “Ben Kimim?” istifhamı eşliğinde, “Bulamamacasına aramak” manasını mündemiç olarak, “Fertte toplu topluluk hakikati”nin nasılını ve niçinini göstermiştir. Bundan öte tüm gayret ve çaba, “Her ilim dipsiz bir kuyu” terkibi hükmü” üzerinden ilim, fikir ve hikmet veya teknik buudundan yankı bulacaktır, bulmalıdır diye düşünüyorum.

 

Hoşça kalın ve Allah’a emanet olun!

 

Osman Temiz

26 Mart 2024, Eyüp Sultan, Rami / İstanbul

Yorum / YANIT