SON DURUM SOM OTURUM: YEDİNCİ OTURUM: “MUHAMMEDÎ NUR”A YATAKLIK EDEN “TEVHİD NURU” VEYA “YÜRÜYEN BÜYÜK DOĞU: İBDA”
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla ve Selamların en güzeli olan Allah’ın selamı ile…
Dünyaya gelmiş en son büyük ve güzel insan Büyük Şahid İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun dua ve temennisi üzerinden söylersek, içinde yaşadığımız yeni zaman ve mekanda murada uygun yaşamak hakkını elde edebilmek adına, Allah’ın 99 isminden, yani Esma-i Hüsna’dan Cabbar, Kahhar ve Müntakim olan isimlerinin yüzü suyu hürmetine bizleri intikamına memur etmesini diliyor ve istiyoruz.
“Son Durum Som Oturum” üst balığı altında “Yedinci Oturum” başlığımız, bir önceki oturumun da devamı niteliğinde, “Muhammedî Nur”a yataklık eden “Tevhid Nuru” veya “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” şeklinde.
İlkin “Tevhid Nuru”ndan kasdımızın ne olduğuna kısa da olsa bir değinelim. Herşeyden evvel “İlâhî Nur”un tecellisine suret teşkil eden “Tevhid Nuru”, Allah’ın kendi nurundan yarattığını haber verdiği “Muhammedî Nur”un son ve som halkasıdır. Demek ki, “Tevhid Nuru”, “İlâhî Nur”, dolayısıyla da “Muhammedî Nur”un tecellisine yataklık eden bir noktada anlam kazanmaktadır.
Mutlak Ölçü ile de sabit olduğu üzere, “Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler istemeseler de.” (Saff Sûresi, 61 / 8).
Yukarıdaki âyetin tefsirini yapmak niyet ve azminde değilim. Sözkonusu âyetin tefsirini merak edenler, ilgili kaynak eserlere müracaat edebilirler. Ancak, naçizane kanaatim o dur ki, daha doğrusu “zevken idrak” buudundan yansıyan bir kıvılcım hâlinde söylersek, yukarıdaki âyette geçen “Nur”dan kasıd, “İlâhî Nur”a suret teşkil eden ve “Muhammedî Nur”un son ve som halkası olarak beliren “Tevhid Nuru”nun da ta kendisidir. Bu “Nur”un “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesi ile de doğrudan ilişkili olduğu, izahtan varestedir.
Kutsî Hadîs ile de sabit olduğu üzere, Allah her şeyden evvel severek ve isteyerek kendi nurundan “Muhammedî nur”u yarattığını haber veriyor. Sonrasında ise bu “İlâhî Nur”dan bütün bir varlığın halk edildiğini haber veriyor. Bu durumun belirli bir ruh ve fikir sistemi, dünya görüşü, ideolocya örgüsü veya duygu ve düşünce sistemi içerisindeki yerini, değerini ve izahını görmek veya göstermek icab ettiğinde ise, beşer kelamı eşliğinde söylenecek söz veya mânâ, elbetteki mânâ veya keşif ehlinden sadır olan keşfe dair yüce sözlerden başkası değildir. Bu çerçeveden olarak;
İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Hayat-Sayı-Matematik” alt başlıklı “Erkam” isimli eserinde yer verdiği, özellikle de yaradılış teorimiz veya kozmogenik anlayışımızı resmeden şu muazzam tablo, keşif ehlinin ne muazzam bir yükseklikten haber verdiğini göstermesi bakımından çok dikkati şayandır. Takib edelim:
-“Allah” isminin ilk harfi olan “elif”, Arab alfabesinin de ilk harfidir ve sayı değeri 1’dir.
-(Allah, her şeyden evvel, kendi nurundan Muhammedî Nuru yarattı. Öyle ki, o nur, Allah’ın kudretiyle dilediği yerde dolaşır-gezerdi. O zaman ne “Levh”, ne “Kalem”, ne “Cennet”, ne “Cehennem”, ne “Melek”, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin, ne de insan vardı.
“Allah, âlemleri yaratmak dileyince, o nuru 4 parçaya ayırdı: Birincisinden “Kalem”i, ikincisinden “Levh”i, üçüncüsünden “Arş”ı yarattı…
“Dördüncü parçayı ayrıca 4’e böldü: Birinci cüz’ünden “Arş”ı taşıyan melekleri, ikincisinden “Kürsî”yi, üçüncüsünden öbür melekleri yarattı…
“Kalan dördüncü cüz’ü yine 4’e böldü: İlk bölümünden gökleri, ikincisinden yerleri, üçüncüsünden “Cennet” ve “Cehennem”i yarattı…
“Son bölümü de 4’e taksim etti: İlk bölümünden “mümin gözlerin nuru”nu, ikincisinden İlahî marifet yuvası olan “kalb nuru”nu, üçüncüsünden de “tevhid nuru”nu yarattı.) (Salih Mirzabeyoğlu, Erkam “Hayat-Sayı-Matematik”, İBDA Yayınları, İstanbul 2007, sh. 162-163.)
İBDA Mimarı’nın İbni Arabi Hazretleri’nden alıntılayarak eserlerinde sıkça yer verdiği ve Yaratılış veya Kozmogenik anlayışımızı da resmeden şekliyle, yukarıdaki bilgide görünen o dur ki, “Başlangıca Aid Varlığın Sayısı” olan “1”, “Allah” isminin ilk harfi “elif” olarak belirmiştir. Sayı değeri “1” olan “elif, Arap alfabesinin de ilk harfidir. Allah’ın kendi nurundan yarattığını haber verdiği “Muhammedî nur”un dörde bölünerek bütün varlığın yaratılması da göstermektedir ki, “üç” yaradılış, “dört” ise varlık sayısıdır. “Muhammedî nur”un dördüncü ve son cüz’ünün taksiminde ilkin “mümin gözlerin nuru” ve sonrasında ise “kalb nuru”nun yaratılmasından sonra, en son olarak “tevhid nuru”nun yaratılmış olması, mevzumuz açısından çok dikkati şayandır. Evet, son bölümdeki dördüncü taksimin üçüncü kısmının “tevhid nuru” olduğu çok açıktır. Peki, üçüncü kısımdan, yani “tevhid nuru”ndan sonraki son dördüncü kısım hakkında ne veya neler söylenebilir? Bu mevzuda herhangi bir şey söylemek durumunda veya makamında değilim. Ama görünen odur ki, topyekün varlığın devamı, belki de bu son bölümün son ve som kısmı halinde, Allah’ın tecellisinin kesiksizliğine de esaslı bir işaret olarak, dördüncü kısmın son ve som muhtevasında saklıdır. İBDA Mimarı’nın “Sona geldik, en sona…” sözünün bir de bu zaviyeden değerlendirilmesini salık veririm!
Allah, ilkin kendi nurundan veya Zat’ından, diğer bir ifadeyle de “İlahî nur”dan “Muhammedî nur”u yaratıyor. Sonrasında ise, bu “Muhammedî nur”dan en son “Tevhid nuru”nu yaratıyor. Topyekûn varlık, işte bu “Tevhid nuru”nun bir nevi “uzayan gölgesi” keyfiyetini haizdir de denilebilir. İster peygamberler yolu üzerinden ve isterse beşer zekası üzerinden vücud bulsun, hiç fark etmez, insan ve toplum meselelerinin halline dair tüm çaba, “İlahî nur” ve “Tevhid nuru” arasındaki muvazene unsuru “Muhammedî nur”dan bir kıvılcım hâlinde seyrediyor veya tecelli ediyor da denilebilir.
Evet; “Varlığın mutlak birden çıkıp bir sıra düzeni içinde kainatı oluşturması” anlamındaki “Sudûr Teorisi”ni de mündemiç yüce bir zaviyeden bakmak icab ettiğinde, yukarıdaki bilgiden anlaşılan o dur ki, “İlâhî Nur”dan “Muhammedî Nur”, “Muhammedî Nur”dan ise “Tevhid Nuru” yaratılmıştır. Denilebilir ki, “Muhammedî Nur” “İhâhî Nur”un, “Tevhid Nuru” ise “Muhammedî Nur”un tecelligâhı olarak belirmiştir. Yine denilebilir ki, “İlâhî Nur” “Muhammedî Nur”un, “Muhammedî Nur” ise “Tevhid Nuru”nun ruhu; “Tevhid Nuru” “Muhammedî Nur”a, “Muhammedî Nur” ise “İlâhî Nur”a beden veya suret teşkil etmektedir.
Yukarıdaki bilgilerden mülhem, Sudûr, dolayısıyla da Tecellî kavramlarına kısa da olsa bir bakmak icab ediyor ki, o da şu:
Lügatta “doğmak, meydana çıkmak, sâdır olmak, zuhur etmek” anlamında masdar olan sudûr kelimesi felsefe terimi olarak kâinatın meydana gelişini yorumlamak üzere tasarlanan, yoktan ve hiçten yaratma (halk) inancından farklı olduğu ileri sürülen teoriyi ifade eder. Sudûr yerine “akmak, fışkırmak, taşmak” mânasındaki feyz de kullanılır. Batı dillerinde sudûr procession, feyz ise emanation terimleriyle ifade edilmektedir. (https://islamansiklopedisi.org.tr/sudur)
Lügatta “belirmek, ortaya çıkmak, görünmek; belirti, görüntü” anlamındaki tecellî kavramı, bir tasavvuf terimi olarak, “sâlikin kalbine doğan ledünnî bilgiler ve nurlar” demektir. Aynı kökten gelen cilve (naz) tecellî ile eş anlamlıdır. Ki;
Tecellî ilham, vâridât, levâih, telvîhât, vâkıât, sünûhât, bevâriḳ, tavârık kelimeleriyle de ifade edilmektedir. Bu arada feyiz, zuhûr, sudûr, tenezzül, taayyün, fetih, tahkik, şühûd ve keşf terimlerinin tecellî ile yakın anlam ilişkisi olduğunu da söylemek icab ediyor. Tecellî Kur’an’da ve hadislerde hem sözlük hem terim anlamında kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de gündüzün ortaya çıkması (el-Leyl 92/2) ve Hz. Mûsâ’nın rabbini görmek isteyince rabbin dağa zuhur etmesi (el-A‘râf 7/143); hadislerde Allah Resûlü’nün bir güneş tutulması olayı sonrasında namaz kıldığında güneşin yeniden belirmesi (Buhârî, “Nikâḥ”, 5197), âhirette müminlerin görmesi için Hakk’ın kendisini âşikâr hale getirmesi (Müslim, “Îmân”, 191) tecellî ile ifade edilmiştir. (https://islamansiklopedisi.org.tr/tecelli)
Tekrar başa dönecek olursak, Allah’ın kendi nurundan yarattığını haber verdiği “Muhammedî nur”un dörde bölünmesinin hemen ardından ilk yaratılan varlığın “Kalem” olduğu sözkonusudur.
Kalem?... Bir yazı aleti olan kalem Yunanca’da “sulak yerde yetişen kamış, hasır otu, Hint kamışı” mânalarına gelen kalamos ile Latince kalamustan Arapça’ya ve oradan Türkçe’ye geçmiştir. Pek çok anlamı yanında hat sanatında farklı yazıları da (aklâm-ı sitte) ifade etmektedir. Ayrıca Farsça’dan geçen kilk ve hâme kelimeleri de Türkçe’de kalem karşılığında kullanılmıştır.
“Kalem” ile “Akl-ı evvel” veya “İlk akıl” arasındaki mana ilişkisi dikkate alındığında, Kalem kelimesi kökünden tüten yüce mana halinde, “Kamış” veya “Hint Kamışı”, İBDA Fikriyatı açısından da fevkalade önemi haizdir. “Beşer zekasının sekreteri İBDA” sözünün kaynağını göstermesi bakımından bu durumun çok dikkati şayan olduğu çok açıktır. Bu mevzuda Baran Dergisi’nde yaklaşık yüz bölüm olarak yayımlanan “Ramazan Müjdesi” ve “Horoz Borcu” isimli yazı dizimize müracaat edilmesini salık veririm.
Kalem, lügatta “kısaltmak, kesmek, yontmak” anlamına gelen kalm kökünden türemiş bir isim olup “yontularak bir miktar kesilmek suretiyle yazı yazmaya elverişli hale getirilen araç” demektir. Dinî bir terim olarak da, “kâinatın başlangıcından kıyamete kadar meydana gelecek bütün nesne ve olayları kaydeden ilâhî kalem” diye de tanımlanmaktadır.
Kalem, Kamış, Hint Kamışı ve Tenasül kelimeleri arasındaki mana akrabalığı dikkate alındığında, Müslüman olmanın alameti farikalarından olan “Sünnet” mefhumunun ne denli derin bir mana içerdiği dikkatlerden kaçmamalı! Müzekker bir kelime olan Kalemin yontularak faal ve işlevsel bir hal alması sünnetin ne denli azim bir sünnet olduğu yine dikkatlerden kaçmamalı!.. Kalemin yontularak faal hale gelmesi Yazı (Levh-i Mahfuz) veya Kelam (Söz, “Ol!” emri!) ile de çok yakından ilişkilidir. Yukarıda “Beşer zekasının sekreteri İBDA” terkibi için müracaat edilmesi gerektiğine işaret ettiğimiz ilgili yazı dizisinde, “Sen çekil aradan tenasül etsin yaradan” terkibinin İBDA ile bağlantısını göstermesi bakımından da çok dikkati şayan olduğunu söylemeliyim. (https://www.turkcesozlukler.com/tenas%C3%BCl_kelime_anlami)
Burada, İBDA Külliyatında yerini, değerini ve izahını bulan birkaç ebced tevafukuna da yer vermek sanırım çok uygun olacaktır. Şöyle ki;
Tenasül: 541.
Liyakat: İktidar. Ehliyet. Fazilet: 541.
İsm: Günah, suç, cürüm: 541. (Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, İBDA Yyınları, İstanbul, 2010, sh.633.)
“Günah, suç, cürüm” mânâsının tedaisi, Hazret-i Adem Aleyhisselâm’ın hatası sebebiyle Cennetten sürgün edilmesi… Sürgünden maksad, halife-insan mânâsının zahir olmasıdır… Diğer taraftan, tenasül kelimesinin iştikakında görünen o dur ki, her bir kelime bizatihi “varlık” olması hasebiyle, “zıt kutuplara arası muvazenenin üstün nizamı”ndan izler taşımaktadır ve bu, tenasül kelimesinde de çok barizdir.
Tenasül kelimesi daha ziyade bir hukuk terimidir. Türkçe bir kelime olan tenasül, lûgatta “üreme, doğma, nesli sürdürme” ve “insan neslinin artması, nesilleşme” mânâsınadır.
Tenasül: 541.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 2539= 541.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 2539= 1540.
Fetin-ül asr: Asrın en zeki, akıllı ve anlayışlısı: 540. (Salih Mirzabeyoğlu, Esatir ve Mitoloji, İBDA Yyınları, İstanbul, 2010, sh.633)
“Beşer zekasının sekreteri İBDA” terkibi hükmü ile “Sen çekil aradan tenasül etsin Yaradan” sözü arasındaki bağlantı aşikar olduğuna göre, tam da bu noktada ne demek istediğimizi daha bir ayan edebiliriz. İçinde yaşadığımız yeni zaman ve mekanda, “İstikbâl İslamındır” mutlak müjdesine yataklık ettiğinden dolayıdır ki “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” hakkında, “Sen çekil aradan İBDA etsin yaradan” sözü pekala söylenebilir. Evet, “Sen çekil aradan (İBDA ile) tenasül etsin yaradan!”
Evet, dört parçaya ayrılan “Muhammedî Nur”un ilk parçasından yaratılan “İlk varlık”, “Kalem” olarak belirmiştir. Kalem’in varlığı ise kelama bağlı kılınmıştır. “Düşünce varlığın aynıdır” sözünden mülhem “Kelam varlığın aynıdır” sözü bir yana, varlığın meydana gelebilmesi için Allah bir şeye “OL!” deyince o şey de hemen oluverir, mutlak ölçüsü dikkate alındığında, İbni Arabi Hazretleri’nin “Varlık, Allah’ın kelimeleridir” sözü de daha bir ayan olmaktadır. Kalem ve Kelam, ontolojik ve epistemolojik süreçlerin de biricik menbaı!
Kelam, lügatta “maddî ve mânevî açıdan etkilemek, yaralamak” anlamındaki kelm kökünden masdar olup, “konuşma, söz söyleme, sözlü etkiyi algılama” mânasınadır. Diğer taraftan, mesela “konuşma melekesinden yoksun bulunmaya aykırı durum, zihinde bulunan anlamın dille ifade edilmesi” manasını mündemiç olarak, “örfte ağızdan çıkan anlaşılır sese verilen ad” olarak da tanımlanan kelam, dinî bir terim olarak, “Allah’ın konuşma yetkinliğine sahip bir varlık olduğunu bildiren sıfatı” olarak da tanımlanmaktadır. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “klm” md.; Ebü’l-Bekā, s. 756, 758). Evet, Allah, konuşan bir varlıktır ve konuşması, tüm varlığın dilini mündemiç olmakla birlikte, mahiyeti tam olarak anlaşılamaz bir mahiyettedir. Mahiyet de belirli bir mahiyetin ifade kalıbı olduğuna göre, muhakkak ki onu da ihata eden ve kuşatandır Allah Azze ve Celle.
İBDA Külliyatından öğrendiğimize göre, Allah kelamı olan Kur’ân-ı Kerim (“Mutlak Fikir”), Allah Resûlü’nün nefsi olarak belirmiştir. Kelimenin çoğulu olan kelâm lûgatta “yaralamak, etkilemek” anlamındaki kelm kökünden türemiş bir isim olup “bir fikri tam olarak anlatan söz” manasınadır. Bundan dolayıdır ki her bir kelime, tıpkı “kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından birinden birini gerçekleştirmeye memur insan” örneğinde olduğu gibi, menşeinde “zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamı”ndan bihakkın izler taşımaktadır. Batında “İnsanî Hakikat”, zahirde ise “Topluluk Hakikati”ni temsil eden Şeriat, Berzah veya Hakikat zaviyesinden bir değerlendirmeye tabi tutulduğunda, İslam’ın “zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamı” oluşu da bihakkın anlaşılmaktadır.
“Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminde İBDA’nın “Kelam ve mana toplayıcılığı” ve “Öne alınmış söz” manaları dikkate alındığında, İBDA’nın niçin “Başlangıç” manası ile ilişkilendirildiği ise daha bir ayan olmaktadır.
Evet; “Tevhid Nuru”nun “Muhamedî Nur”dan, diğer bir ifadeyle de “Muhammedî Nur”un son ve som halkası olarak yaratıldığını yukarıda dile getirmiştik. “İnsan ruhu insan bedeninde tecelli etmiştir” sözünden mülhem söylersek, “Muhammedî Nur”, “Tevhid Nuru” üzerinden suret bulmuştur da denilebilir. Yine Yaradılış veya Kozmogenik anlayışımız çerçevesinde söylersek, cüz’lere bölünerek yaratılan tüm ülvî ve de kutsî varlıklar, “Muhammedî Nur”un belirişleri olarak da anlam kazanmışlardır denilebilir. Yine denilebilir ki, “Muhammedî Nur”un sonuncusu olarak beliren “Tevhid Nuru”, her an değişen ve gelişen eşya ve hadiseler muvacehesinde, diğer bir ifadeyle de “varlık dereceleri” olarak beliren tüm varlıklar mecmuu veya “bütün varlık” veya “varlıklar bütünü”nü temsil eden Kamil İnsan’ın varlıklar alemindeki seyr-i sülükunde, “Kelime-i Tevhid Nuru” üzerinden yerini, değerini ve izahını bulmuştur. Bu arada, “Kelime-i Tevhid Nuru”nun renginin mavi olduğunu da söyleyelim ki, mavi; “Yeryüzüne yayılıp döşenmek” manasınadır ve Hazret-i Mehdi Aleyhisselam ile de çok yakından ilişkilidir. İslamın renginin yeşil, yani “dünya hayatının rüya olduğu”na bir gönderme şeklinde, rüyanın “yerden biten ot” manası bir yana, yeşilin nebat yani bitki ile olan yakın ilişkisi ve bunun da namaz ve secde, dolayısıyla miraç ile de doğrudan ilişkisi dikkate alındığında mavi’nin niçin Mehdi’nin rengi olduğu daha bir ayan olur. Mavi, gökyüzü rengidir ve hüzün ve gariplik alametidir. “İslam garip geldi, garib gidecek” hadîsinin de bihakkın idrak edilmesinde fevkalade önemi haiz bir noktada durmaktadır. Allah Resûlü ile başlayıp, Hazret-i Mehdî Aleyhisselam ile son bulacak olan bir süreçtir sözkonuısu olan. Kelime-i Tevhid, Mehdi ve Mavi arasındaki yakın ilişki, Allah’ın Sevgili Habibine “Dünya hakimiyeti”ni müjdelediği “İstikbal İslamındır” mutlak müjdesi ile de doğrudan ilişkilidir. Mavi kelimesi ile hüzün, kasvet, dolayısıyla da gariblik hali ve İBDA Mimarı’nın “1400 Gergini” ve “1440 Anadolu Ergini” terkibi hükümlerinin Allah’ın Esma-i Hüsnası’nda yer alan “Kaabid: Sıkıcı, kısıcı, kısaltıcı” ismine niçin sıkça yer verildiği sanırım daha bir ayan olmuştur. “Mutlak Ölçü” meâli:
“Allah nurunu tamamlayacaktır, kafirler istemeseler de.”
Burada “Tamamlanması gereken nur”, Yaradılış sürecinde “Başlangıç” noktası olarak beliren “Muhammedi Nur”un suret bulmuş hali olarak da anlam kazanan “Tevhid Nuru” olsa gerektir. İBDA Mimarı’nın “Vahid-i Kıyas” olarak dile getirdiği durum bir yana, yine İBDA Mimarı’nın “Var-Yok tamam” sözünün kaynağını göstermesi bakımından da ziyade dikkati şayan bir durumdur. Hemen belirtelim ki, “Hidayete eren”, bundan dolayı da “Hidayete vesile olan” manasını mündemiç Mehdi’den maksad bizzat Allah Resûlü’dür. Nitekim Allah Resûlü’nün bir ismi de Mehdi’dir. “Şeyhler her ne kadar çok olsa da, aslında Şeyh birdir ve o da, Allah Resûlü’dür”, sözünü hatırlamanın ve de hatırlatmanın tam yeri. “Beklenen Mehdi” ise, Allah Resûlü’ne veraset üzere olan Allah’ın Velî kulları üzerinden temsil edilen yüce bir manadır ve bu mânâ “Tevhid Nuru”nun belirli zaman ve mekan içerisindeki belirişleridir de denilebilir. “Manalar ona uygun surette tecelli ederler” hikmeti çerçevesinde söylersek, kim ki sözkonusu olan yüce manaya uygun suret olur veya olmuştur, sözkonusu olan yüce mana da işte o kimsede tecelli etmiştir, ediyor. Mehdi’den beklenen her ne ise, onun gereğini yerine getiren kişi pekala Mehdi olarak da kabul edilebilir veya Mehdi manası içerisinde değerlendirilebilir. Hemen herkes tarafından kabul edilecek olan Mehdi, yani “Beklenen Mehdi”nin Mehdiliği süreç içerisinde ayan olur ve onun kabulü, yani onun inkarı mümkün olmaktan uzak bir noktada anlam kazanır veya suret bulur. İBDA Mimarı’nın “Mehdi misaldir” sözünü hatırlamanın ve de hatırlatmanın tam yeri! Denilebilir ki, Allah Resûlü’nden sonraki süreç, kıyamete kadar baki olan süreç, “Beklenen Mehdi” zamanı olarak da anlam kazanmaktadır. Ta ki beklenti sona erene kadar! Yani kıyamet kopana kadar!
İslam Tasavvufunda, dolayısıyla da kaynağı Hazret-i Ebu Bekir (r.a) olarak mühürlenmiş Nakşibendî Tarikatı üzerinden bu mevzu, yani Mehdi mevzuu, mesela Ashab’tan sonraki Ümmetin en büyüğü olarak kaydedilen İmam-ı Rabbani Hazretleri tarafından çerçevesi çizilen esaslı bir mevzudur. İBDA Mimarı’nın eserlerinde sıkça yer verdiği “Mehdiy-i hamil on İranî” veya “Mehdiy-i hamil on süvari” hadîsinin İmam-ı Rabbani Hazretleri’nden başlatılmış olmasının hikmeti, laf olsun diye değildir! Sadece bu değil, bunun Efendi Hazretleri’nde bitirilmiş olması da ayrıca dikkati şayandır. Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın Efendi Hazretlerini niçin “Son Halka” olarak mühürlediğinin de ayrıca hikmeti! Hakeza Osmanlı Devleti’nin tasfiye süreci ve sonrasında kurulan yeni Devletin adının “Cumhuriyet” olması ve Cumhuriyet’in de, “İki zıd mananın birarada bulunması” manasına “Cem-i Ezdad” manası üzerinden zahir olması ve dahi, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” olarak beliren ve onun Mimarı’nın, mesela Büyük Doğu Mimarı’nın “Kültür Davamız” isimli eseri hakkında dile getirdiği, “Bu eser, Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesi eseridir” sözü de yine buna dairdir. Sonrasında, “Uzayan Gölge” veya “Gölgeler” halinde, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın “kıyamete kadar bâki” olarak anlam kazanmasını da yine bu çerçevede değerlendirmek icab eder. “Yürüyen” olmak, “Dabbet’ül-Arz” manasından mülhem “Dabbe” olması bir yana, “Yürüyen” ifade kalıbının akıl merkezli Felsefi bir ekol olması, -ki Sokrat ve Eflatun’un devamı niteliğinde Aristo çizgisinin de adıdır (Peripatetikler) ve sonrasında, “Meşşai” çizgisi de buna dairdir-, ruha bağlı akıl, yani akl-ı selimin temsil makamına da ayrıca işaret eder. “İslam Tasavvufu karşısında Batı Tefekkürünün hesaba çekilmesi” manası üzerinden söylersek, Üstad’ın “Müjde” isimli şiirinde geçen, “Bir akıl gelecek ki akıllar delirecek!” mısraını da yine bu çerçevede değerlendirmek icab eder.
“Peripatetik Felsefe” olarak da bilinen felsefi okul veya ekol, eski Yunanca’da “yürüyen, gezgin”, manasına Peripatetikos kelimesinden türetilmiştir. Okul veya ekolun kurucusu Aristo’dur. Aristo’nun yorumcularına, İslam veya Doğu Felsefesi içerisinde ağırlıklı olarak Aristo felsefesi üzerinde yoğunlaşanlara, ki bunlara Meşailer de denilmektedir, Ortacağ Avrupasında ise, 13. Ve 14. Yüzyıl sonrası oluşan Aristo etkisiyle felsefe yapanlara da “Peripatetik” denilmektedir.
İBDA Mimarı’nın “Büyük Muzdaribler” isimli eserinin birinci cildinden takip edelim:
“Ümm-ül Kitab: Akl-ı Evvel. Arşın üstündeki kaza ve kader levhası (Levh-i mahfuz)… Levh-i mahfuz: Allah tarafından takdir edilen şeylerin yazılı bulunduğu manevî levha. İlm-i İlâhî.” (Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaripler, -Düşünce Tarihine Bakış”-, İBDA yayınları, c.1, İstanbul 1998, sh. 167)
“Ümm-ül Kitab, müfessirlerin görüşüne göre “Levh-i Mahfuz”dur ki, İlâhî takdir ile olmuş ve olacak işlerin tafsil levhası, tâbir caizse cetveli, yahut tarifesi demektir.” (Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaripler, -Düşünce Tarihine Bakış”-, İBDA yayınları, c.1, İstanbul 1998, sh. 168)
“Levh-i Mahfuz, Allah’ın isimlerinden “El-Bais” ve harflerden “he”ye karşılık geliyor… Sözkonusu harfin mertebesi, “Levh-i Mahfuz”… Bais: Gönderen. Sebeb olan. İcab ettiren. Yeniden yaratan. (Bedi’). Ölüleri tekrar dirilten. Peygamber gönderen (Allah)… Himmet, bu isimle istenir…” (Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaripler, -Düşünce Tarihine Bakış”-, İBDA yayınları, c.1, İstanbul 1998, sh. 169)
“Elif harfi, Allah’a işaret ediyor ve mertebesi gösterilmiyor-gösterilemiyor… “Hemze”yi söyledik: El-Bedi’ ve İlk akıl… Hemze: Elif veya elif yerine kullanılan işaret. Elif, vav, he üzerine konulan ve “e” diye okutan işaret…” (Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaripler, -Düşünce Tarihine Bakış”-, İBDA yayınları, c.1, İstanbul 1998, sh. 170)
“5 sayısının eski yazıdaki şekli, şimdi kullandığımız “0” şeklidir… 5 sayısı, değer olarak ebced hesabında “he” harfinin karşılığı… O da, Muhiddin-i Arabi’nin harflerin ve mertebeleri hakkında çıkardığı sisteme nazaran, Allah’ın güzel isimlerinden “El-Bedi’” karşılığı ve mertebesi “ilk akıl”… “Malum-Geist-Küllî Ruh”un isimlerinden biri olan, “Akl-ı Evvel; evvel akıl, ilk akıl”… Bedi’: Eşi benzeri olmayan. Hayret verici güzellikte olan. Garib. Acib. Benzeri olmayan şeyleri vücuda getiren. Kimseye benzemeyen. İcad edici olan. Hâlık ve Hallak-ı Cihan olan. Beğenilen. Yeni bulunmuş ve görülmedik tarzda olan. Sözün garib ve güzel olması hâli.” (Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaripler, -Düşünce Tarihine Bakış”-, İBDA yayınları, c.1, İstanbul 1998, sh. 165)
Yukarıdaki alıntı, “Beşer zekasının sekreteri İBDA” vasıflandırmasının kaynağını göstermesi bakımından da çok dikkati şayandır ve bu durum, “Tevhid Nuru”nun “Son ve Som” haline de bihakkın işaret eder. İBDA Mimarı’nın şahsında tecelli eden mana ve Allah’ın güzel isimlerinden “El-Bedi’” karşılığı ve mertebesi “ilk akıl” ile olan yakın ilişkisi de yine çok dikkati şayandır.
“İlahî nur”dan yaratılan “Muhammedî nur”un son ve som halkası halinde beliren “Tevhid nuru”nun “Kelime-i Tavhid nuru”, dolayısıyla da “İstikbâl İslamındır” mutlak müjdesi ile olan yakın ilişkisi dikkate alındığında, “İslamın dünya hakimiyeti” manasını mündemiç “yeni dünya düzeni”nin Mehdiyyet ile yakın ilişkisi ve bunun da, “Yeryüzüne yayılıp döşenmek” manasına mavi ve yeşil arasındaki yakın ilişkiden mülhem, yeryüzü ve gökyüzü buluşması olduğu çok açıktır. Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın “Gelir” isimli şiirinde dile getirdiği veçhile;
“Gökyüzü, yeryüzü, helalleşirler,
Nur, kaçtığı yerden toprağa gelir.”
“Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, tam da bunun gerçekleştirilmesi için var. Örgüleştirdiği ruh ve fikir sistemi ile, “fertte toplu topluluk hakikati”nin temsil makamı olarak beliren “yüce devlet”i gözleyici yüce bir noktada otağını kuran “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, “Kulluk makamı” olarak beliren ve “Her şey O değil, O’ndandır; bu manada O’dur” şeklinde anlam kazanan “Vahid-i Kıyas” sistem şuurunun şuur sistemini hakim kılmak gayesi gütmektedir. Daha ne olsun! Vesselâm!
Bir sonraki oturumda görüşmek ve buluşmak ümidiyle hoşça kalın ve Allah’a emanet olun!
Osman Temiz
7 Agustos 2024, Eyüp Sultan- Rami / İstanbul