Karanlık Mod
Image
Logo
SON DURUM SOM OTURUM / BİRİNCİ OTURUM /

SON DURUM SOM OTURUM / BİRİNCİ OTURUM / "İSTİKBAL İSLAMINDIR": "SONA GELDİK, EN SONA..."

 

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla ve Selamların en güzeli olan Allah’ın selamı ile…

 

Mevzu başlığımız, “Son Durum Som Oturum” şeklinde. “Oturumlar” şeklinde kaleme almayı düşündüğümüz bu yazı dizisindeki “Birinci Oturum”un alt başlığı, “Denenmemiş Tek Nizam” manasına “İstikbal İslamındır” mutlak müjdesi ve İBDA Mimarı tarafından “Sona geldik, en sona…” şeklinde dile getirilen tatbik veya hikmet cümlesi.

 

“Denenmemiş Tek Nizam” şeklinde mottolaştırılan “İstikbal İslamındır” mutlak müjdesi veya cümlesi, Allah Resûlü’ne Veraset yolu ile bağlı ahir zaman “İslam Ümmeti”nin şahsında, Allah tarafından bizzat Sevgili Habibine mutlak müjdesi veya hediyesidir. “Sona geldik, en sona…” tatbik veya hikmet cümlesi ise, “İstikbal İslamındır” mutlak müjdesine yataklık eden “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin “Kurucu İrade”si olarak beliren, Dünyaya Gelmiş En Son Büyük Ve Güzel İnsan Büyük Şahid İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun topyekûn insanlığa son ve som müjdesi veya ihtarıdır.

 

“İstikbal İslamındır” mutlak müjdesinden ne anlaşılması gerektiği neredeyse tüm yazı ve söylemlerimizin ana temasını oluşturmaktadır. Bu bir kenarda dursun. Peki, İBDA Mimarı’nın “Sona geldik, en sona…” sözünden ne anlamak gerekiyor? Daha sarih bir ifadeyle, bu sözden kasd ve murad nedir? “Peygamberler tarihi”, dolayısıyla da ilk insan ve ilk Peygamber olan Hazret-i Adem Aleyhisselam’dan hareketle “İnsanlık tarihi”, dolayısıyla da son Peygamber olmanın yanısıra, derinliğine ve genişliğine doğru insandan muradın Allah Resûlü olduğu mutlak doğrusundan hareketle de “İslam tarihi” açısından bakıldığında, bu sözün ne mana ifade ettiği kısmen de olsa anlaşılabilir gözükmektedir. Hiç şüphesiz ki, içinde yaşadığımız yeni zaman ve mekan kıyamet öncesi bir zaman dilimine işaret ediyor. Kanaatimce, “sona geldik” ifadesiyle, ilkin, Hazret-i Adem Aleyhisselam ile başlayan Peygamberler tarihi içerisinde Allah Resûlü’nün ahir zaman Peygamberi oluşuna, “en sona” ifadesiyle de, ümmetin şahsında Allah tarafından Resûlü’ne müjdelenmiş “İstikbal İslamındır” mutlak müjdesine yataklık etmek manasına, Hazret-i Mehdi Aleyhisselâm’ın “Büyük Zuhur”una işaret edilmektedir. Daha spesifik bir bakış açısıyla söylemek gerekirse, şu şekil bir değerlendirme yapmak sanırım daha uygun olacaktır: “Sona geldik” ifadesi ahir zaman Peygamberi olarak beliren Allah Resûlü’ne müjdelenmiş “İstikbal İslamındır” mutlak müjdesinin zaman dilimine girildiğine, “en sona” ifadesiyle de bu mutlak müjdenin son aşamasına gelindiğine işaret edilmektedir. İBDA Mimarı’nın “Ölüm Odası” isimli eserinde sıkça tekrar edilen Süryanice, “Tıla-i 10 İranî” veya “Mehdi’yi Hamil 10 Süvari” sözü İbdacıların malumudur. Sözkonusu sözde yer alan “10 İranî veya Süvari”nin kim veya kimler olduğuna kulak kabartmak isteyenler ilgili eserin ilgili bölümlerine müracaat edebilirler. Bizi ilgilendiren yönüyle mevzuyu ele alacak olursak, sözkonusu “10 İranî veya Süvari”, İBDA Mimarı’nın derin ve yüksek tespitiyle, mesela bu süvarilerin ilki İmam-ı Rabbani Hazretleri, sonuncusu ise Esseyyid Abdülhakim Arvasî Hazretleri olarak kayıt altına alınmıştır. “Mehdiyyet Hareketi”nin ruhunu ele veren bu tespitin hemen yanıbaşında şu şekil bir tesbit yapmak kaçınılmazdır. İBDA Mimarı, “10 İranî veya Suvari”den sonra Üstadını, yani Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ı “Uzayan Gölge” keyfiyetini haiz “Onbirinci Süvari” olarak zikretmektedir. Dolayısıyla da bizzat kendileri, “Uzayan Gölgenin Gölgesi” keyfiyetini haiz “Onikinci Suvari” olarak kayıt altına alınmış olmaktadır. “Rüyada gelen mânâ” halinde, “12 sığır yavrusundan biri mucize beyanıdır” sözünden de anlaşılacağı üzere, intiba ve ilham çerçevesinde İBDA Mimarı kendi misyonunu ifşa ederlerken, bizzat kendilerini Efendi Hazretleri’nin “Faal Eli” olarak takdim ediyorlar. Üstadı tarafından “Müjdelerin Müjdesi” olarak karşılanmasını da yine bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Bu kısa ve öz girişten sonra mevzuumuzu daha da derinleştirebiliriz.

 

“İstikbal İslamındır” mutlak müjdesi, “Ahir Zaman Kurtarıcısı” olarak beliren “Beklenen Kahraman” Hazret-i Mehdi Aleyhisselam ile doğrudan ilişkilidir. Çünkü “yeryüzüne yayılıp döşenmek” manasını mündemiç olarak, İslâmın “Dünya hakimiyeti” Hazret-i Mehdi Aleyhisselam’ın misyonu ile doğrudan ilişkilidir de ondan. Bu ilişkiler yumağını şu dört alıntı ve dört not halinde takip edelim:

 

Birincisi: “Mehdî Aleyhisselam’ın icraatlarından biri de İstanbul’un fethidir. Bir rivayette Ümmet-i Muhammed’in son emiri Ehl-i Beyt-i Nebevî’den hüsn-ü sîret sahibi Mehdî’nin çıkacağı, Kayser şehrini fethedeceği, zamanında Deccal’ın çıkacağı ve Hz. İsa Aleyhisselam’ın gökten ineceğini bildirilmiştir. (Nuaym bin Hammad, Kitabü'l-Fiten, Varak: 59a.). Hatta Allah Resûlü bu mevzu üzerinde öylesine önemle durmuştur ki, dünyanın sonuna bir gün bile kalsa Allah'ın o günü uzatıp Kostantıniye’nin fethedileceğini bildirmişlerdir.” (el-Bürhan, s. 74.)

 

Birinci Not: Sözkonusu olan fetih İstanbul’un ikinci kez fethi ile ilgili olduğuna göre, manada veya batında İstanbul’un ikinci kez fethinin başlangıç tarihi, hiç şüphesiz ki Miladi 1453’de, yani Fatih Sultan Mehmet Han Hazretlerinin İstanbul’u fethi ile birlikte başlamıştır. Kanaatimce, İstanbul’un ikinci kez fethinin başlangıç tarihi aynı zamanda, Mehdiyyet ve Deccaliyyetin de başlangıç tarihi olarak kabul edilebilir. Mehdi ve Deccal mevzuunda öncelik Deccal-i Lain’de olduğuna göre, kanaatimce, Deccaliyyet’in başlangıç tarihi, 1492 yılında İspanya’dan kendilerini sürgün ettiren ebedî lanetli Yahudinin İstanbul ve çevresinde konuşlandırılmaları ile birlikte başlamıştır. Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri’nden hemen sonra, Sultan 2. Beyazıt tarafından İstanbul ve çevresinde konuşlandırılan ebedî lanetli Yahudi, koca çınarın gövdesinde yuvalanmış bir kurt gibi, süreç içerisinde koca İmparatorluğun tasfiyesine de büyük ölçüde zemin hazırlamıştır. Hemen belirtmek gerekirse, ebedî lanetli Yahudi’ye merhamet etmenin bedelini Osmanlı Hanedanlığı çok acı bir şekilde ödemiştir. Yahudi o dur ki, başlangıçta seçilmiş bir kavim olan İsrailoğullarının içinden çıkmış ve her defasında Peygamber katili olduklarından İlahî huzurdan kovulmuş ve ebedî olarak lanetlenmişlerdir. Bundan dolayıdır ki, ebedî lanetli olan Yahudi kavmine merhamet etmek sadece ve sadece İlâhî gazabı davet eder, etmiştir, ediyor. Kanaatimce, Allahu alem kasdıyla söylersek, mesela “Küçük Kıyamet” olarak da adlandırılan “1509 İstanbul Depremi”, ebedi lanetli Yahudi kavmine merhamet etmenin büyük bir bedeli olarak vuku bulmuştur. Osmanlı Hanedanlığı, süreç içerisinde İlahi gazabın bedelini çok ağır bir şekilde ödemekle kalmadı, en nihayet tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmıştır. “Çekilmek zorunda kalmak” ifadesini hikmete binaen kullanıyorum. Çünkü Osmanlı Hanedanlığı, sahici Müslüman olmanın liyakat şartlarını haiz olduğundan, doğrudan buğz edilmeyi hak etmiyor. 600 yüzyıllık koca İmparatorluk mukadderata kurban edilmiş ve son dönem Hanedanlık üyeleri çok zelil bir hayata mahkûm edilerek dünyalık olarak çok ağır bir bedel ödemişlerdir. Umulur ki ahiret hayatları çok güzel olur…

 

İBDA Mimarı, “Deccal İsrail’dir”, der. Bu teşhis lanettayin söylenmiş kaba bir söz olarak algılanmamalıdır. Bunun ne derece isabetli bir teşhis olduğu mevzuun ilerleyen bölümlerinde daha iyi anlaşılacaktır. İBDA Mimarı, son dönem eserlerinde, özellikle de alt başlığı “B- Yedi” olan ve 10 cilt olması planlanan “Ölüm Odası” isimli eserinde sıkça üzerinde durduğu vechile, “Tıla-i 10 İranî” veya “Mehdi’yi Hamil 10 Süvari” sözü üzerinden İmam-ı Rabbanî Hazretlerini[1] “Mehdiyyet Hareketi”nin “Birinci Süvari”si olarak takdim ediyorlar. Sonuncusunu ise Essesyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri olarak kayıt altına almışlardır. “Mehdiyyet Hareketi”nde mebde ve mead şeklinde mühürlenen bu mevzu, içinde yaşadığımız yeni zaman ve mekan merkezli olarak, denilebilir ki kıyamete kadar kendisini sadece ve sadece “Uzayan Gölge” keyfiyetinde gösterecektir. Ebedî lanetli Yahudi’nin İstanbul ve çevresinde konuşlandırılmasından kısa bir zaman sonra, “Birinci Süvari” olarak İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin dünyaya teşrifi (26 Mayıs 1564) ve sonrasında, Nakşibendi Tarikatı’nın Müceddidiyye kolunun kurucu iradesi olarak belirmesi ve en nihayet, “hicrî ikinci bin yılının yenileyicisi” vasfıyla temayüz etmiş olması, “Mehdiyyet Hareketi” mevzuunda çok önemli bir karinedir. Müceddid veya Yenileyici, veyahut da Tecdid hareketinin başlangıç noktası olarak da beliren bu durum, ta ki Esseyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerine kadar varlığını devam ettirmiştir. “İslama Muhatap Anlayışın Yenilenmesi” davası, diğer bir ifadeyle de “Kelam ve mânâ toplayıcılığı” davası “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin ana karakterini de açık etmektedir. Tecdîd, lügatta “yenilemek, yeni bir yol açmak” anlamındadır ve bu, “bir işi ya da bir şeyi ciddiyetle ve bir yöntemle yeniden ve aslına uygun biçimde yenileme faaliyetini ifade eder”. Tecdidi gerçekleştiren kimseye müceddid denir. Bununla beraber, “Sonuncu veya Onuncu Süvari” olarak tarih sahnesinde yerini alan Esseyyid Abdülhakim Arvasî Hazretleri’nin lakablarının “Manzur-u Nazar-i Piran-ı Kiram”, yani “Keremli Pirlerin Nazarlarına Görünen” şeklinde kayıt altına alınması, yine çok önemli bir karinedir. Devamı halinde, Allahu alem kasdıyla dile getirilen ve en büyük hikmetlerden biri halinde, mesela “Batının zahire çıktığı bir zaman diliminde yaşıyoruz” terkibi hükmünden de anlaşılacağı üzere, “Mehdi’yi Hamil 10 Süvari”nin “Uzayan Gölgesi” zamanı içerisindeyiz. “Onbirinci Süvari” ve “Onikinci Süvari” olarak anlam kazanan ve Büyük Doğu ve İBDA Mimarları’nın kasd ve muradı halinde beliren “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, tek cümle ile, “Mehdiyyet Makamı” olarak belirmiştir.  

 

İkincisi: “Muhyiddin-i İbni Arabî Hazretleri, Hazret-i Mehdî Aleyhisselam’ın İstanbul şehrini Deccal’ın elinden kurtaracağını haber vermişlerdir.” (M. Arabî, Fütûhât-ı Mekkiye, s. 66.)

 

İkinci Not: Hazret-i Mehdî Aleyhisselam’ın İstanbul şehrini Deccal’ın elinden kurtarması mevzuu hakkında ne söylenebilir? İBDA Mimarı, “Deccal İsrail’dir”, der. Bu teşhis bu mevzuda çok önemli bir karine olarak görülebilir. Aynı zamanda, “Cem-i Ezdad” kavramı da bu mevzuda çok önemli bir karine keyfiyetini haizdir. Evet, 1492 yılında İstanbul’da konuşlandırılan ebedi lanetli Yahudi’nin süreç içerisinde, mesela 1. Dünya Savaşı sonucunda Osmanlı Devleti’nin tasfiyesinde etkin rol oynamaları ve yine süreç içerisinde, mesela 2. Dünya Savaşı sonrasında Filistin topraklarında Ortadoğu’da İsrail adı altında bir Çete-Devlet kurmaları da göstermektedir ki İstanbul, Mehdi ve Deccal savaşında çok, ama çok çok önemli bir noktada durmaktadır. Efendi Hazretleri’nin “İstanbul’da kim ne ararsa bulur. İyiyi de bulur, kötüyü de…” sözü bir yana, Büyük Doğu Mimarı Üstada Necip Fazıl’ın “İstanbul” isimli şiirinde, “O manayı bul da bul, ille İstanbul’da bul” şiirinden de anlaşılmaktadır ki, İstanbul hakikaten çok çok önemli bir şehir! Yine Doğu ve Batı arasında bir tür “Berzah” keyfiyetinde görünmesi bir yana, Ayasofya’nın varlığı İstanbul’un önemini daha da arttırmaktadır. Diğer taraftan, İstanbul deyince ilk akla gelen “sur içi” kavramıdır ki, bu kavram, mesela “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi içerisinde çok anlamlı ve de çok yerinde bir tanımlamadır. İBDA, kendisini Büyük Doğu sarayı veya manasını çevreleyen sur keyfiyetinde ifşa ederken, aslında “sur içi” manası üzerinden manada İstanbul’u kendisine mevzu edinmektedir.

 

Üçüncüsü: “Rivayetlerde İstabul’un fethinin harp etmeden, “Lâ ilâhe illallah” tekbirleriyle gerçekleştirileceği haberi verilmiştir. (Şârânî, Ölüm, Kıyamet, Ahiret ve Ahir zaman Alâmetleri, s. 445-446.) Ki buradan hareketle de fethin mânevî yönden gerçekleştirileceğine hükmedilmiştir.”

 

Üçüncü Not: Bu mevzuda, yani İstanbul’un ikinci kez fethinin “La İlahe İllallah” nidalarıyla gerçekleştirileceği mevzuunda ne söylenebilir? Kanaatimce, “Kelime-i Tevhid” nidası, “son ve som vahdet sırrına açılan büyük kapı” halinde, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin “Vahdet-i Vücud” ve Vahdet-i Şuhud” arasında “Vahid-i Kıyas” üzeri olduğunu gösteren “Vahdet-i Kusud” manasını mündemiç olarak belirmesidir. Yine kanaatimce, “Vahdet-i Kusud”, “Ben Kimim?” istifhamı üzerinden anlam kazanan “Kulluk Makamı”nın “fertte toplu topluluk hakikati”ni de ifade etmektedir, temsil etmektedir. “Halife insan” olarak da anlam kazanan bu makam, henüz İslam Tasavvufu müesseseleşmeden evvel zühd ve takva ehli insanların ferd planında yaşadıkları hâlin de ta kendisidir. “Halvet der-Encümen” veya “Halk içinde Hakk ile beraber” olmanın sırrına açılan bu yol veya kapı, ahir zaman Müslümanları açısından çok büyük bir imkan veya nasip olarak belirmiştir. En kısa yoldan Allah’a ulaşmanın yolu halinde, mesela Şah-ı Nakşibendi Hazretlerinin “Mutlak Tevhid mümkün değildir” sözü üzerinden söylersek, İBDA Mimarı’nın “Bulamamacasına aramak” şeklinde dile getirdiği yüce mana, bu mevzuda kâfi delildir. Yine İBDA Mimarı’nın “1999 Metris Kıyamı” şartlarında söylediği şu söz, fazlasıyla açıklayıcıdır: “Eski usûllerle İslamın öğretilmesi devri artık bitti. Ümmi (okuması yazması olmayan, saf) imânı kalmadı. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım… Allah’a giden yol, sonsuz sayıdadır. Resim, müzik, şiir, roman, mimari, tiyatro sonsuz sayıda. Bunlar arasından bir yol bulup, o yolun dervişi olmaya bakın!” “Kesrette Vahdet Sırrı”nı bünyesinde barındıran “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, “Nasıl Birlik?” sorusunun cevabı halinde, “Niyet, İdrak ve İrade Birliği” mevzuunda da tüm imkan ve ihtimallerin hesabını yapmış olarak, kendisini “Yeni Dünya Düzeni” şeklinde tüm insanoğlunun şuurlarına bir alternatif olarak teklif etmiştir. Bu teklif en ziyade Akademi camiasında, diğer bir ifadeyle de “Aydınlar Aristokrasisi” olarak da dile getirilen “Aydın Sınıf” içerisinde makes bulması ümidini taşıyor.

 

Dördüncüsü: “Kayser şehri Kostantıniyye’nin fethi, yani İstanbul’un ilk fethinin Fatih Sultan Mehmed tarafından fethedildiğini, hadis-i şerifte de gerek kendisi ve gerekse askerlerinin medhedildiğini biliyoruz. Yukardaki hadiste ise bundan farklı bir yöne, yani İstanbul'un Deccal'ın çıktığı, Hz. Mehdî'nin indiği bir zamanda fethine dikkat çekilmiştir. Bundan bir zaman gelip İstanbul'un işgal edileceğini, fakat kurtarılacağını, ayrıca fısk u fesada gömüldüğü bir zamanda Hz. Mehdî'nin gelip onu mânen fethedeceğini çıkarabiliriz. (https://sorularlaislamiyet.com/kiyamet-alemetlerinde-hic-kan-akitmadan-bir-buyuk-sehir-veya-ulke-musluman-olacaktir-diye-bir-alamet)

 

Dördüncü Not: Bilindiği üzere, ta ki “Hülafa-i Raşidin” olarak da bilinen “Asr-ı Saaddet”ten sonra başlayan “Yaşayan İslam” süreci, mesela Emevîler, Abbasîler ve Selçukîlerden sonraki süreç, Osmanîlerde son bulmuştur. Osmanîlerden sonraki süreç, tıpkı Allah Resûlü’nün Risaletinden evvel ki dönemde olduğu gibi, Ebu Cehil gibi nasipsizlerin kol gezdiği bir süreci de temsil etmektedir. Bu süreci ben şahsen, Mekr-i İlâhî çerçevesinde anlam kazanan bir süreç olarak değerlendiriyorum. Bu süreç, Mukadderat çerçevesinde yaşanması bir zorunluluk olarak belirmiştir de denilebilir. Ki bu sürecin bariz karakteri, “Cem-i Ezdad” kavramı üzerinden daha bir ayan olmaktadır. Bu sürecin menşeinde, tıpkı kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından birinden birinin zahirde mümin veya kafir şeklinde görünmesi hikmetinde olduğu gibi, “iki zıd mananın birarada bulunması” manasını mündemiçtir ve bu surecin temsil makamları da malumdur: “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi ve “Lanetli Yahudi şeyi Kamalizm”!..

 

Yukarıdaki bilgiler ışığında takib etmeye devam edelim:

 

(1) Ebu Hureyre (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:

 

Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

 

“Bir tarafı denizde ve bir tarafı da karada olan bir şehir (yani İstanbul’u) duydunuz mu?”

 

Sahabeler:

 

−Evet, ya Rasulallah! dediler. Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’de şöyle buyurdu:

 

−“İsmail oğullarından yetmiş bin kişi o beldede savaşmadıkça kıyamet kopmaz! Oraya geldikleri vakit kılıçla savaşmazlar ve ok da atmazlar! ‘La İlahe İllallahu Vallahu Ekber’ derler, şehrin deniz tarafı düşer. Sonra yine ‘La İlahe İllallahu Vallahu Ekber’ derler ve şehrin diğer tarafı düşer. Sonra üçüncü defa ‘La İlahe İllallahu Vallahu Ekber’ derler ve onlar için bir gedik açılır. Onlar da şehre girerek ganimet elde ederler. Onlar ganimetleri taksim ederken birisi gelir ve şöyle de:

 

−‘Deccal çıkmıştır’, diye bağırır. Onlar da her şeyi bırakıp geri dönerler.” (Müslim 2920)

 

Not: Bu mevzuun çözümlemesinde “İki zıd mananın birarada bulunması” manasına “Cem-i Ezdad” kavramının kilit bir noktada durduğu pekala düşünülebilir. Bu çerçeveden olarak, “Üç Tekbir” manasını mündemiç “Kelime-i Tevhid” mevzuuna “Üç Işık” zaviyesinden yeni bir değerlendirme yapmak sanırım çok yerinde olacaktır. Osmanlı Devleti sonrası süreçte, iki zıd manadan biri, yani “ruh kutbu”nu temsil eden Efendi Hazretleri, diğeri ise, “nefs kutbu”nu temsil eden “Ahbes-i Lain” olduğu izahtan varestedir. Efendi Hazretleri’nin “Uzayan Gölgesi” keyfiyetini haiz Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın “Gençliğe Hitabe” isimli manzumesinde yer alan son cümleler çok dikkati şayandır:

 

“Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim manevî babanın tabutunu musalla taşına, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymandır!

 

Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!

 

Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!

 

Allahın selâmı üzerine olsun!"

 

“Genç Adam”dan kasdın İBDA Mimarı olduğu izahtan varestedir. Yani hitap muhatabadır ve sözkonusu manzume de, “Kesrette Vahdet Sırrı” mündemiç İBDA Mimarı’na hitab ediyor. Diğer taraftan, surda açılan “gedik”, diğer bir ifadeyle de “delik”, son tahlilde “Abdülhakim Koltuğu”na çıkar ki bu, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemin “toplayıcı hükmü” karakterindeki en önemli sembol kavram veya metafordur. “Bedir Savaşı” sonrası gündeme gelen ve “Nefs ile mücadele” mevzuunu izah eden “Büyün Cihad veya Büyük Savaş”tan elde edilen son ve som ganimetin “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ile olan yakın ilişkisi dikkate alındığında, İBDA kelimesinin etimolojik manası ziyade açıklayıcıdır: “Sözlükte bad‘ “kesip ayırmak, âşikâr olmak, açıklamak”, bu kökten türetilmiş ibdâ‘ da diğer anlamlarının yanı sıra “bir malı sermaye olarak vermek” mânasına gelir. İslâm hukukunda ise ibdâ‘ (mübâdaa) hukukî bir işlem türü olup “bir kimsenin kârı tamamen kendisine olması şartıyla bir kimseye işletmesi için sermaye vermesi” şeklinde tanımlanır (Mecelle, md. 1059). Sermaye sahibine mübdi‘, işleticiye müstebdi‘ denilir. Bidâa kelimesi de genelde ticarî eşya, özelde ibdâ‘ yoluyla işletilen sermaye, bazan da ibdâ‘ akdi anlamında kullanılır.”  (https://islamansiklopedisi.org.tr/ibda--fikih)

 

Mevzu kısmen de olsa anlaşılmıştır sanırım. Devam edelim.

 

Abdurrahman Keylanî şöyle demiştir:

 

İstanbul’un savaşsız (yani kılıçsız ve oksuz) olarak fethedilmesi henüz meydana gelmemiştir!

 

Enes bin Malik (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:

 

“Konstantiniye’nin/İstanbul’un fethi kıyametin kopmasıyla beraberdir.” (Tirmizi 2340)

 

İstanbul fethedilmemiştir! Muaviye, oğlu Yezid’i aralarında Ebu Eyyub el-Ensarî (Radiyallahu Anh)’ın da bulunduğu bir ordu ile İstanbul’a göndermiştir. Ancak fetih başarılamamıştır! Sonra Mesleme bin Abdulmelik, İstanbul’u kuşatmıştır. O da fethi başaramamıştır. Ancak İstanbul’da bir mescid yaptırmak üzere idarecilerle anlaşmıştır.

 

Ahmed Şakir (Rahmetullahi Aleyh) diyor ki:

 

“İstanbul’un yakın yahut uzak gelecekte fethedilmesi hadislerde müjdelenmiştir. O fetih, Müslümanlar yüz çevirdikleri dinlerine döndükleri zaman gerçekleşecek sahih fetihtir. Bu asırdan önceki Türk’lerin (Fatih Sultan Mehmed’in) fethine gelince bu en büyük fethe hazırlıktır!

 

Sonra İstanbul yine Müslümanların elinden çıkmıştır! Kafirlerin elinde sayılır! Hükümet gayri İslami dinsiz bir hükümet olduğunu iddia ettiğinden, din düşmanı kâfirlerle antlaşma yaptığından ve milletine putperest kanunlarıyla hükmettiğinden beri İstanbul, Müslümanların elinden çıkmıştır. Biiznillah, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in müjdelediği gibi İslami fetih geri dönecektir.

 

Nedeni ise Türk’ler orada yeni bir devlet kurmuşlardır. Bu yeni kurulan devletin, İslami bir devlet değil de lâik bir devlet olduğunu açıklamışlardır! İslam düşmanı kafir devletlerle sözleşmeler imzalamışlar ve kendi çıkardıkları küfür kanunlarıyla hükmetmişlerdir! İnşallah, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in müjdelediği İslami fetih orada gerçekleşecektir.” (Umdetu’t-Tefsir Ahmed Şakir’in ihtisar ettiği İbni Kesir Tefsiri 2/256)

 

(2) Ebu Hureyre (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:

 

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

 

“Rumlar A’mak yahut Dabık’a ininceye kadar kıyamet kopmaz! O gün onların karşısına yeryüzü ahalisinin hayırlılarından bir ordu çıkar. Saf saf dizildikleri vakit, Rumlar:

 

−Bizimle bizden esir alanların arasını boşaltın da onlarla savaşalım, derler.

 

Müslümanlar:

 

−Hayır, Allah’a yemin olsun ki sizinle kardeşlerimizin arasını asla boşaltmayız, derler. Bunun üzerine onlarla savaşırlar. Müslümanların üçte biri hezimete uğrar ki, Allah onların tevbesini kabul etmez, üçte biri öldürülür ki onlar Allah katında şehitlerin en faziletlisidir. Kalan üçte biri de fethe devam eder. Onlar asla fitneye düşmezler. İstanbul’u fethederler. Onlar ganimetleri taksim ederken kılıçlarını zeytin ağacına asmışlardır. Bu arada onların içinde şeytan:

 

−Deccal sizin ailelerinizin arasında çıktı, diye sayha atar. Bu haber yalan olduğu halde çıkarlar. Onlar Şam’a geldikleri vakit Deccal çıkar.”

 

Diğer bir rivayette Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

 

“Onlar ganimetleri taksim ederken, bir ses ‘Deccal çıktı’ diye nida eder. Onlar da her şeyi bırakıp dönerler.”

 

A’mak ve Dabık; Suriye’nin Halep şehri yakınlarında iki mevki ismidir. (Müslim 2897/34)

 

(3) Muaz (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:

 

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:

 

“Beytu’l-Makdis’in imar edilmesi Yesrib’in harap olmasına, Yesrib’in harap olması da Rumlarla Müslümanlar arasında harp çıkmasına, bu harbin çıkması ise İstanbul’un fethine, İstanbul’un fethi de Deccal’in çıkmasına işarettir.”

 

Yesrib; Medine’nin eski adıdır. (Ebu Davud 4294)

 

Beytu’l-Makdis’in imarı, Allah’ın izniyle Yahudi işgalinden kurtulmasından sonra Müslümanların eliyle olacaktır. Mukaddes topraklar, o zaman hilafet yurdu olacaktır.

 

(4) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bunu şöyle bildiriyor:

 

“Ey Havale’nin oğlu! Mukaddes topraklara hilafetin indiğini görürsen; insanlara zelzeleler (depremler), düşünce ve kederler, büyük hâdiseler benim şu ellerimin senin başına olan yakınlığından daha yakındır!” (Ebu Davud 2535)

 

Mehdî (Aleyhisselam), Müslümanlar arasında adaleti ayakta tutan halifelerden bir halifedir. Abdullah oğlu Muhammed Mehdî’yi diğer yol gösteren halifelerden ayıran özellik; İsa (Aleyhisselam) ile karşılaşması ve İsa (Aleyhisselam)’ın onun arkasında namaz kılmasıdır. Allah, Mehdî (Aleyhisselam)’ı bir gecede halife olmaya uygun hale getirir. Mehdî (Aleyhisselam), yeryüzünü zulüm ve zulmetin kapladığı gibi adalet ve doğrulukla doldurur. İstanbul’un ikinci fethi, belki de Roma’nın fethi onun komutasında gerçekleşecektir.

 

Mehdî (Aleyhisselam)’ın döneminde Konstantiniye (yani İstanbul) ikinci defa fethedilir. Bu olay, Deccal’in çıkmasından ve İsa (Aleyhisselam)’ın inişinden öncedir.

 

(5) Yuseyr bin Cabir (Rahmetullahi Aleyh) şöyle demiştir:

 

“Kûfe’de kırmızı bir rüzgâr esmişti. Derken bir adam bitkin bir halde gelerek şöyle dedi:

 

−‘Ey Abdullah ibni Mes’ud! Kıyamet Saati geldi.’ Abdullah ibni Mes’ud (Radiyallahu Anh) dayanmakta iken doğruldu, oturdu ve:

 

−Miras taksim olunmaz hale gelmedikçe ve ganimetle sevinilmedikçe kıyamet kopmaz! dedi. Sonra Abdullah ibni Mes’ud (Radiyallahu Anh):

 

−Şu taraftan diyerek Şam tarafını gösterdi. Sonra Abdullah ibni Mes’ud (Radiyallahu Anhu) şöyle devam etti:

 

−Müslümanlar aleyhine bir düşman toplanır, dedi. Ben:

 

−Yani Rumlar mı? diye sordum. Abdullah ibni Mes’ud (Radiyallahu Anh):

 

−Evet, dedi. Sonra Abdullah ibni Mes’ud (Radiyallahu Anh) şöyle devam etti:

 

−İşte bu savaş sırasında şiddetli bir saldırı olur. Müslümanlar ölüme şartlanmış, ancak galibiyetle dönen öncü birliklerini ileri sürerler. Bunlar gece girip de savaşamayacakları ana kadar düşmanla savaşırlar. Neticede Müslümanlar da düşman da döner. İki ordudan hiçbiri galip değildir. Öncü birlikler yok olup gitmişlerdir. Sonra Müslümanlar yine en öne ölüme şartlanmış ancak galibiyetle dönen öncü birliklerini çıkarırlar. Aralarına, gece girip de çarpışmaya mani olana kadar bunlar da savaşırlar. Gece basınca İslam ordusu da düşman ordusu da geri çekilirler.

 

Her iki tarafın da öncü birlikleri yok olup gittikleri halde iki ordudan hiçbiri galip değildir! Sonra Müslümanlar yine ölüm kalım harbi yapacak ancak galibiyetle dönecek öncü birliğini çıkarır. Ordular akşama kadar harp ederler. Akşam olunca İslam ordusu ile düşman ordusu geri çekilirler. Öncü birlikleri yok olup gittiği halde iki taraftan hiçbiri galip değildir! Artık dördüncü gün olunca İslam ordusundan kalanlar hücum ederler. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ hezimeti düşman üzerine yazar.

 

Öyle muazzam bir savaş olur ki benzeri görülmemiştir. Bir kuş onların yanından uçsa, bir türlü onları geride bırakamaz! Nihayet ölü olarak yere düşer. Bir baba, yüz fert olan oğullarını harbe gönderir, nihayet onlardan sadece bir kişinin sağ kaldığını görür. Artık hangi ganimete sevinilsin ve hangi miras taksim edilsin?

 

Onlar bu durumdayken daha büyük bir kötülük çıktığını duyarlar. Birisi onlara gelip; Deccal’in onların ailelerinin içinde çıktığını, onlara halef olduğunu ilan eder. Bunun üzerine İslam orduları, ellerindeki ganimetleri bırakırlar ve vatanlarına dönerler. On kişilik süvari grubunu öncü olarak gönderirler.

 

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:

 

“Ben o süvarilerin isimlerini, babalarının isimlerini ve atlarının renklerini de bilmekteyim. Onlar, o zaman yeryüzündeki süvarilerin en hayırlılarıdır yahut en hayırlılarındandır.” (Müslim 2899/37) (https://sahihhadisler.com/konu/detay/istanbulun-Fethi)

 

Son paragrafta geçen “on kişilik süvari” grubunun öncü olarak gönderilmesi mevzuunu “Tıla-i 10 İranî” veya “Mehdi’yi Hamil 10 süvari” ile olan yakin ilişkisini nasıl okumak gerekecektir? Bu sorunun cevabını yukarıdaki anlatımlar ışığında okuyucu veya dinleyicinin “zevken idrak”ine bırakıyorum. Ancak, “zevken idrak” buudundan şu kadarını söylemek isterim ki, bu mevzu bir oldu bitti mevzuu değildir. İlkin 1453’de İstanbul’un fethi ile başlayan süreç, İspanya’dan kendisini sürgün ettirip 1492’de “Deccal İsrail”in doğumuna sebeb olacak ebedî lanetli Yahudi’nin İstanbul’da konuşlanması ve ardından, “Mehdi’yi Hamil 10 Süvari”den “birinci süvari” olarak, İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin dünyaya teşrifi ve diğer süvarilerin ardından en nihayet “onuncu süvari” olan Esseyyid Abdülhakim Arvasî Hazretleri’nin “İki zıd mananın birarada bulunması” manasını mündemiç olarak, “Cem-i Ezdad” kavramı çerçevesinde zahir olmaları, zuhur etmeleri veya varlık alanına çıkmaları! Batında kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından birinden birinin galebe çalması manasına, zahirde mümin ve kafi olarak beliren Mehdiyeyyet ve Deccaliyyet manasının tecelli zemini olarak belirmesi. Osmanlı sonrası süreçte, nefs kutbunu temsil eden Ahbes-i Lain’in zahirde hükümran olarak belirmesine karşılık, ruh kutbunu temsil eden Efendi Hazretleri’nin batında istikbali mayalandırması ve dahası, “İslam Devletini Gözleyen” olarak mücadeleye devam etmesi! Ve ardından küfrün içinden, diğer bir ifadeyle de Kamalizmin içinden Üstad Necip Fazıl’ın çekilip alınması ve gerekli talim ve terbiyeden hemen sonra onun tekrardan cemiyet meydanında mücadelede görevlendirilmiş olması! Tam da bu noktada, Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın “Zindandan Mehmed’e Mektup” isimli şiirinde geçen “Beni Allah tutmuş, kim eder azat?” istifhamını hatırlamanın ve de hatırlatmanın tam yeri! Daha sonra, Efendi Hazretleri’nin “Faal Eli” olarak beliren İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyğlu’nun “Ben Kimim?” istifhamı üzerinden Üstadı’nı “azat kabul etmez bir bağlılık”ta azat etmesi ve ümmetin tüm yükünü sırtlanması ve “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemini örgüleştirmesi! “İslama Muhatap Anlayış” davasının yenilenmesi manasını mündemiç “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, kıyamete kadar tüm Ümmet-i Muhammed’in ve de tüm insanlığın selameti açısından “Gerekli Olan”ı ortaya koymuştur. Bunun gereğini yerine getirecek olan “Sahici İnsan Soyu”na veya İbdacı Gönüldaşlara duyurulur!

 

Halihazırda Mehdi beklentisi içerisinde olanların kulağına kar suyu kaçırmak zevkini yaşamak ve de yaşatmak adına bu kadar söz kafi!

 

Demek istemem o ki, “Ben Kimim?” istifhamını tüm insanlığa kan ve gözyaşı eşliğinde “Sen Kimsin?” diyebilme imkanını hiçbir maddi karşılık beklemeden hediye eden “Beklenen Kahraman” gelmiş ve geçmiştir. Şimdilerde “Beklenen” ise bizatihi sensin! Gel artık! Yani, Bayrak göndere çekilmiş ve Sancak çoktan açılmıştır. Millet, dalga dalga bayrağa gelsin artık! Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın “Gelir” isimli şiirinden son iki mısra:

 

“Kal’anın burcunda çakar işaret;

 

Millet dalga dalga bayrağa gelir.”

 

“Lailahe İllallah” nidalarıyla madde ve manada ikinci kez fethin sembol mekanı veya şehri İstanbul ve Sur İçi esprisinden mülhem, “Büyük Doğu Sarayı”nı çevreleyen “Sur” mânâsına İBDA üzerinde daha bir derin düşünmek zamanı geldi de geçiyor bile! En genelde topyekün İnsanlık, genelde Müslümanlar, özelde ise İbdacılar uyuma!!!

 

“Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin kasd ve muradı halinde “Başyücelik Devleti” plan, program ve projesinin yeni zaman ve mekana tatbiki, hiç şüphesiz ki içtimai hayatı sarıp sarmalayan müesseseler zincirinin teorik alt yapısının teşekkülü ile de doğrudan ilişkilidir. “Anlayış temin eden teoriden daha pratik yol yoktur” terkibi hükmünden hareketle denilebilir ki, “Hilafet Devleti” manasını mündemiç “Başyücelik Devleti” plan, program ve projesi, “Aydınlar Aristokrasisi” üzerinden halli mümkün büyük bir yük olarak durmaktadır. “Mevzu sahibleri” tarafından halli mümkün iş veya fiiller, sahibini “Rey Sahibi” kılacak kadar mühim bir davadır. “Halife” manasını mündemiç “Başyüce”nin ortaya çıkması veya çıkarılabilmesi, “Rey Sahibi” manasını mündemiç “Aydınlar Aristokrasisi” üzerinden mümkündür. İBDA Mimarı hayatta iken ayakları ile yere basamadı. Bunun biricik sebebi, “Gerekli Olan Zümre veya Sınıf”ın henüz teşekkül etmemiş olmaması idi. Dün olduğu gibi bugün de “Olması Gereken” hala “Gerekli Olan” istasyonunda beklemektedir. Ta ki maksad hasıl olana kadar, hiç kimse gökten zenbille inecek bir şey beklemesin ve psikolojik bir vaka olarak afra tafra yapmasın! 

 

Hoşça kalın, Allah’a emanet olun!

 

Osman Temiz

 

5 Şubat 2024, Eyüp Sultan Rami / İstanbul

 

[1] 14 Şevval 971’de (26 Mayıs 1564) Doğu Pencap’taki Sirhind’de (Serhind) doğdu. Nakşibendiyye tarikatı mensupları arasında İmâm-ı Rabbânî (ilâhî bilgilere sahip âlim) ve “müceddid-i elf-i sânî” (hicrî II. binyılın müceddidi) unvanlarıyla tanınır.

Yorum / YANIT