SON DURUM SOM OTURUM / DÖRDÜNCÜ OTURUM: "İSLAMA MUHATAP ANLAYIŞ DAVASI" VE "PEŞİN FİKİR HİKMETİ"
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla ve Selamların en güzeli olan Allah’ın selamı ile…
“Son Durum Som Oturum” üst başlığı altındaki “Dördüncü Oturum” alt başlığımız, “İslama Muhatap Anlayış Davası” ve “Peşin Fikir Hikmeti”
Allah Kur’an’da emir buyuruyorlar.
Mutlak Ölçü” meali:
“Ey iman edenler, iman ediniz!” (Nisa Suresi, 136. Ayet)
Birazdan bu “Mutlak Ölçü”nün tefsirine dair birkaç bir şey söylemek mümkün olacaktır. Ama ondan evvel, biribirinin devamı niteliğinde şu üç “Temel Ölçü” üzerinde birazcık olsun duralım. Bunlardan birincisi, “Suretler olmadan manalar ebediyyen tecelliye gelmezler.” İkincisi, “Manalar ona uygun surette tecelli ederler.” Ve sonuncusu, “Suret mananın aynıdır.” şeklinde. Muhtevalarına dair birkaç birşey söylemeden evvel, yakın zamanda, Gaziantep Büyükşehir Belediyesi Değerler Eğitimi ve Gönüllü Kuruluşlar Daire Başkanlığı İnternet ortamında dolaşan bir videoda, Akademisyen Mahmut Erol Kılıç’ın şu tespitine yer verelim:
Diyor ki Mahmut Erol Kılıç:
“Dünya Müslümanlarının şu anki problemleri ortaya ontolojik olarak bir zat koyamamaları. Ortaya biz bir şey koyamadığımız zaman isimlerimizin de içi boş oluyor. İsimler oluyor, büyük büyük isimler oluyor hatta, büyük markalar icad edebiliyoruz belki, fakat bunların içlerinin dolması gerekiyor. Değil mi?.. Bu da Peygamber Efendimiz’in aslında kıyamet alemeti olarak saydığı bazi tebrişatlar var. Bunlardan bir tanesi de “Kıyamete yakın, camiler çoğalacak, camiler çok müzeyyen hale gelecek, çok süslenecek ama içi lebalep dolmayacak. Hafızlar olacak, çok güzel Kur’an okuyucuları gelecek ancak boğazdan aşağıya Kur’an inmeyecek” gibi bazı ikazları ve ihtarları bulunmakta. Buradan da yola çıkarak biz yeniden bir medeniyet inşasını öncelikli bir zat düzeyinde bizim kendimize ait bir bilgimizin, bir anlayışımızın olması lazım. Bu da varlık anlayışımıza bağlı olarak da geleneğimiz bunun üzerine inşa edilecek!”
Akademi camiasındaki genel manzara, mesela adam konuşuyor, konuşuyor da konuşuyor, hatta ve hatta çok da güzel teşhis ve tespitlerde bulunuyor, ama tedaviye gelince her defasında çuvallıyor. Söylediği şeylerden kendisinin ne anladığına dair en ufak bir kelam kırıntısına şahidlik edilemiyor. Çünkü bahse mevzu alan, çok dakik ve nazik bir alan. Mevzuun temelinde, özellikle de “Ontolojik olarak bir zat” probleminin halli mevzuunda, kişinin ya bizzat kendisini teklif etmesi gerekiyor, veyahut da sözkonusu olan “Zat”a işaret etmesi gerekiyor. Kendisinde bir numara olmadığını zaten görüyor, çok şükür, ama işaret edilmesi gereken “Zat”a dair en ufak bir ipucu dahi veremiyor, vermiyor. “Vermiyor” diyorum çünkü, aslında sözkonusu olan “Zat” hakkında fazlasıyla bir bilgi sahibi, çünkü sözkonusu tespiti yapabilmenin vasatı dahi bahse mevzu “Zat”ın varlığı ile doğrudan ilişkili, ama yine de bunu söylemekten imtina ediyor; topu ya sahaya sürmüyor, veyahut da taca atıyor. Ne demek istediğime gelince, o da şu:
Dünyaya gelmiş en son büyük ve güzel insan, Büyük Şahid İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, mütevazi olmanın şahikasında şunları söylüyor: “Şu benim yaptığımı keşke başka birisi yapsaydı da ben ona tâbi olsaydım!”
Evet, mevzu anlaşılmıştır sanırım. Yani Ümmet açısından “Ontolojik” zat problemi, İBDA Mimarı’nın şahsında bir peroblem olmaktan çoktandır çıkmıştır. Ama ne gören var ve ne de duyan! Bu durum, “yumarım gözlerimi yine de görmem” diyen kibir budalalarının kulaklarına kar suyu kaçırıyorsa ne ala! Geçmiş olsun!
Mahmut Erol Kılıç’ın yukarıdaki tespit ve teşhisini ihtiyaca binaen çok yerinde, lakin eksik bulduğumuzu söylemek isterim. Mesele sadece “Ontolojik” bir mesele de değil, aynı zamanda “Epistemolojik” bir meseledir de. Dahası, “Suret mananın aynıdır” noktasında anlam kazanan çok yüce bir meseledir. Öyle ya, Ontoloji ile Epistemoloji arasındaki ilişki, suret ve mânâ arasındaki ilişkisinin de ta kendisidir. Ki birazdan bu mevzu üzerinde duracağız. Mevzuun zirvesi, “Mutlak Fikir” ve “Mutlak Tatbik Fikri” hâlinde, yani “Kur’an ve Sünnet” olarak mühürlenmiştir. Sonraki süreç, “İslama Muhatap Anlayış Davası” ve “Peşin Fikir Hikmeti” üzerinden yerini, değerini ve izahını bulmaktadır. “Ontoloji” ve “zat” problemi, bir kuru akıl problemi değildir; biz Müslümanlar açısından son tahlilde bir “İslama Muhatap Anlayış Davası”dır. Öyleyse; “İslama Muhatap Anlayış” davanızı görelim. Gösterilmesi gereken, “Olması gereken” mânâsına bir “Epistemolojik” meseledir ve bu, “Fikirle çizilmiş suret” olarak belirir. Ki, bahse mevzu “Ontoloji” ve “zat” probleminin de hâllini mündemiçtir. Evet, umuma şamil “Ontolojik olarak bir zat” problemi, Ümmet açısından ilkin halli gereken bir meseledir. Bunun bir “hakikat” olduğu gerçeğinden hareketle, “hakikatler fertlerde tecelli eder” hikmetinden hareketle, sözkonusu “hakikat” nedir ve bu “hakikat” kimde tecelli etmiştir? Böyle bir sorunun cevabı, her bir Müslüman açısından zorunluluk belirtir. Böyle bir sorunun cevapsız kalması halinde, “herkesin hakikati kendine”, sonrası ise “eşek hürriyeti”!
Yukarıda üzerinde duracağımızı söylediğimiz üç temel ölçünün muhtevasına dair söyleyeceklerimize gelince o da şu:
Birincisi, yani “Suretler olmadan manalar ebediyyen tecelliye gelmezler” hikmeti! Bu mevzuda ne söylenebilir? Bilindiği üzere, Allah, Sunnetullah gereği hemen herşeyi vesileler üzerinden zuhur ettirir, ettirmiştir, ettiriyor. Gerçi Allah Azze ve Celle, hiçbir şeyde ve hiçbir şey ile kayıtlı olmadığından, dilediğini dileği gibi yapan veya yapmayandır. Demişlerdir ki, Allah’ın hikmetinden sual olunmaz! “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi içerisinde yerini, değerini ve izahını bulan bir hakikat halinde, mesela “Deve iğnenin deliğinden geçer mi, geçmez mi?” sorusuna verilen cevab, bu mevzuda fevkalade bir örnektir. Allah, dilerse iğnenin deliğini büyültür, dilerse deveyi küçültür, dilerse ne deveyi küçültür ve ne de iğnenin deliğini büyütür, ama illa ki o deve o iğnenin deliğinden geçer mi, geçer. Çünkü mevzuun temelinde akıl değil, iman var. Ki iman, “Aklın kabule muhtaç olmadığı noktada başlar”.
İkincisi: “Manalar ona uygun surette tecelli ederler.”
Mesela, “madeni ruh” maddede, “nebati ruh” bitkide, “hayvani ruh” hayvanda, “insani ruh” ise, ki “nefs-i natıka” olarak da bilinir, insanda, insan bedeninde tecelli etmiştir, ediyor. Bu çerçeveden bakıldığında, mesela Allah’ın muradına denk düşmek, “manaya uygun suret olmak” manasını da mündemiçtir. Diğer taraftan, mesela Tasavvuf terbiyesinde, sahici ve gerçek bir Mürşidin nazarına hedef olmak, yine “manaya uygun suret olmak” manasını mündemiçtir. Yine bu çerçeveden bakıldığında, mesela “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, “Büyük Doğu” manasına uygun suret teşkil eden bir manadadır. Bundan dolayıdır ki, bir fikrin meydana gelebilmesi için ruhun “Nasıl?” ve aklın “Niçin?” tavrı, “İnsan” özelinde ruh ve beden misalinde olduğu gibi, “Bir ayniyetin iki kanadı” halinde beliriyor ve “Yürüyen Büyük Doğu: İBD” ruh ve fikir sistemi, “belirli bir ruh ve fikir sistemi” şeklinde meydana gelmiş, zuhur etmiş oluyor. Öyle ki, “Suret mananın aynıdır” noktasına kadar da sarkıyor.
Ücüncüsü ve sonuncusu: “Suret mananın aynıdır” şeklinde.
“Adam tanımanın surat tanımak olmadığını bilmek” şuuruyla söylersek, mesela “İnsan” deyince, ruh ve beden olarak “İnsan sureti” akla gelir, ön plandadır. Bu manada “İnsan”, “Berzah” manasınadır. Nitekim Allah Resûlü, Allah ile varlık arasında “Berzah”tır. İBDA Mimarı’nın şahsında tecelli eden “Berzah” hakikati, Allah Resûlü’nde tecelli eden “Berzah” hakikatinin gölgesi keyfiyetini haizdir. Bu “gölge hakikat”, aynı zamanda Mehdi manasını da mündemiç olarak, “hakikat”in de bizatihi kendisidir. Diğer taraftan;
“Mutlak Varlık” olan Allah’ın DEHR ismine nisbetle söylersek, geçmiş ve gelecek buuduyla varlık ve anlam kazanan zaman, “an”da tecelli etmiştir, ediyor. Aslında zaman, “an”lar toplamı değil, bizzat zaman “an”dan ibarettir. Çünkü zaman bir bütündür. Bundan dolayıdır ki, “Anın ucunda yaşıyoruz” denilmiştir. Bu bir, iki; her zamanda diliminde tecelli eden bir hakikat vardır ve hakikatler, fertlerde tecelli ederler.” Bu çerçeveden olarak;
“Bütün zaman”da tecelli eden hakikat, “Mutlak Hakikat” hâlinde, Allah Resûlü’nde tecelli etmiştir. “Belirli zaman dilimleri”nde tecelli eden hakikatler ise, mesela Allah Resûlü zatiyle dünyaya teşrif etmeden evvelki zaman dilimlerinde Peygamberlerde, Allah Resûlü’nden sonraki dönemlerde ise Allah Resülü’ne Veraset üzere olan Allah’ın Veli kullarında tecelli etmiştir, ediyor. İçinde yaşadığımız yeni zaman ve mekanda tecelli eden hakikat, mesela İBDÂ Mimarı’nın “Sona geldik, en sona” sözünden de hareketle son ve som zaman diliminde tecelli eden hakikat nedir ve bu hakikat kimde tecelli etmiştir?” Bu sorusunun cevabı çok, ama çok hayatî bir meseledir. Sadece “Sefillerin en sefili” olan bu dünya hayatı için değil, ebediyete açılan ahiret hayatı için de çok, ama çok hayatîdir. Çünkü, mesela “çağından mesul” bir İnsan veya Müslüman, zamanın hakkını verebildiği kadar İnsan veya Müslüman olduğuna, olacağına göre, “zamanın hakkını vermek” şartı, hiç şüphesiz ki, içinde yaşanılan yeni zaman ve mekanda tecelli eden hakikatin ne olduğunun bilinebilmesi ile doğrudan ilişkilidir. Aksi takdirde, “zaman şuura var” hakikatinden hareketle ne “zamanın hakkını vermek”ten söz edilebilir ve de ne de “zamanın değerlendirilmesi”nden. “Spor, boş zamanları değerlendirme faaliyetidir” gevezeliğinde olanlara da ayrıca duyurulur. Fert ve toplum cihetinden düşünüldüğünde, diğer bir ifadeyle de “fert hakikatinde toplu topluluk hakikati” cihetinden düşünüldüğünde ise bu hakikat, “Kesrette Vahdet” manasını veya sırrını mündemiç, “Tevhid Sırrı”nı da doğrudan ilgilendirmektedir. “Tevhid Sırrı”ndan pay sahibi olmamak veya olamamak, bir yönüyle “şuur sahibi olmamak veya olamamak” manasınadırda.
“Tevhid, Allah’ın zâtında, sıfatlarında, mabud oluşunda bir ve tek olduğunu zihin ve kalp yoluyla kabul etme anlamında bir kavramdır. “Allah birdir” diye hükmetmek ve Allah’ın her şeyde tek olduğunu bilmek, her şeyden önce O’nun var olduğunu, bütün varlıkların da O’nun iradesiyle sonradan vücut bulduğunu müşâhede etmektir. Meşhur kelâm âlimi Cürcânî’ye (ö. 471/1078-9) göre Tevhid, Allah’ın zâtını, akılla tasavvur olunan, zihnî olarak hayal edilebilen her şeyden uzak tutmaktır. Bu kelâmî bakış açısından ayrı olarak sûfîler de Tevhidi yaşayarak ve tadarak bilmeye önem vermişler ve buna Tevhid-i hâlî demişlerdir. Kur’an’da “Tevhid” kelimesi geçmemekle birlikte “Vahd” kökünden gelen vâhid, ahad, vahde(hû) kelimeleri yer almaktadır. Tevhidin zıttı şirktir. Bu nedenle Kur’an’da Allah’ın birliğini konu edinen kavram ve ifadelerin yanında O’nun ortağının bulunmadığını bildiren ifadeler yer alır. Doğrudan Allah’ın birliğini zikreden âyetlere şunlar örnek verilebilir: “Sizin ilahınız tek bir (ilahtır). (37/Saffât, 4). âyetinde “Vâhid” kelimesi kullanılmıştır. “De ki O Allah birdir.” ( İhlâs 112/1.) âyetinde “Ahad” kelimesi kullanılmıştır. “Onlar bizim dayanılmaz azabımızı gördükleri zaman, dediler ki bir olan Allah’a iman ettik ve O’na şirk koşmakta olduğumuz şeyleri de inkâr ettik.” (Mü’min 40/84.) âyetinde Vahdehû kelimesi kullanılmıştır. O’nun ortağının bulunmaması ile ilgili olarak da “Allah’a kulluk edin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın…” ( Nisâ 4/36.) âyeti zikredilebilir. Tevhidle aynı kökten türemiş olan Vahdet kavramı ise “birlik” anlamındadır. (Bu arada, İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu tarafından 1988 yılında verilen “Nasıl Birlik?” Konferansını hatırlamanın ve de hatırlatmanın tam yeridir. Çok açık söylemek gerekirse, İBDA Mimarı’nın tüm yapıp ettikleri, diğer bir ifadeyle de “İslama Muhatap Anlayış Davası” çerçevesinde örgüleştirdiği “Yeni Dünya Düzeni” manasını mündemiç “Dünya Görüşü”, bihakkın murada uygun olarak anlaşılabilseydi eğer, Müslümanlar bugünkü kaos ortamında kaybolmak şöyle dursun, tüm insanlık adına kurtarıcı bir misyon ile yoluna devam ediyor olacaklardı! Mahmut Erol Kılıç’ın yukarıda işaret buyurduğu “Ontolojik olarak bir zat” probleminini de halletmiş olarak! Ama nasipler başka başka! Öyle ya; Allah Azze ve Celle, hak edişler üzerinden hak edene yol veriyor! “1999: Ümmetin Kurtuluş yılı… Müslümanlar dik durun karşınızda leşler var” “Dik duruşu”nun sergilendiği “1999 Metris Kıyamı” ve sonrasında, mesela Filistin topraklarında yeşeren “2023 Aksa Tufanı Harekatı”, hak edişlerin ne ve nasıl olması gerektiğini gösteriyor olması bakımından fevkalade öğreticidir.) Evet; Gerçek manada Bir olan yani gerçek Vahdet sahibi sadece ve sadece Allah Azze ve Celle’dir. Vahdetin yanı sıra Allah’ın Birliğini ifade etmek için Vâhidiyet ve Ehadiyet tabirleri de kullanılmaktadır. Her ne kadar her ikisi de “Birlik” anlamına gelse de Vâhidiyet isimlerin kendisinden doğup, kendisinde birleşmeleri yönünden Zâtı ifade eder. Ehadiyet ise hiç bir şey ile arasında ilişki veya hiçbir şeyin kendisine bir nisbetinin olmayışı yönünden Zâtı ifade eder. Bu yönden Zât hiçbir şekilde idrâk ve ihata edilemez, çünkü bütün îtibarlar bu mertebede düşmüştür. Hakîkî vahdet, ne aklî ne de vucûdî olarak mukâbilinde bir Kesret düşünülemeyen Vahdet türüdür.”
Evet; “Hakîkî vahdet, ne aklî ne de vucûdî olarak mukâbilinde bir Kesret düşünülemeyen Vahdet türüdür.”
“Yürüyen Büyük Doğu: İBD” ruh ve fikir sistemi üzerinden teklif edilen “Son ve som Tevhidi ruh ve fikir sistemi” işte tam da böyle bir “Hakiki vahdet” türü veya “Ruh ve anlayış sistemi”dir. Biz bu “Hakiki Vahdet” türü veya “Ruh ve anlayış sistemi”ni “Vahdet-i Kusud” Tevhidi ruh ve anlayış sistemi üzerinden daha bir anlamlı buluyoruz. İlerki bölümlerde bu mevzu üzerinde ayrıntılı bir şekilde durmak mümkün olacaktır.
Yukarıdaki alıntıda, “Tevhidi hâl” şeklinde bir ifade kalıbına yer verildiğine şahitlik ettik. Bu çerçeveden olarak, mesela dünden bugüne “Sûfîler, hâl ilmiyle temeyyüz etmiş bir zümredir. Bu zümre mensupları, tevhid mevzuunu hâl buudundan idrak edilmesi gereken bir husus olarak kabul etmişlerdir. Tevhidin hâle dayalı idrakini de kendilerine has bazı ıstılahlarla ifade etmişlerdir. İfade ettikleri ıstılahlardan birisi cem‘ ve tefrika kavramlarıdır. Sûfîler, cem‘ kavramıyla tevhidin aklın ötesinde, manevî zevk ve neşeye dayalı olarak idrakini kastederler. Bu manada tevhidin sûfî lisanındaki karşılığı cem‘dir. Cem‘ mertebesine ulaşan kul, duygu yoğunluğuna bağlı olarak kâinatta vuku bulan her şeyde gerçek fâilin Allah olduğunu ve Hakk’ın dışında da gerçek bir varlığın olmadığını müşâhede eder. Bu müşahededen sonra kul, tefrika hâline dönerek kulluk vazifelerini daha önce zevk ettiği tevhide uygun olarak yerine getirir. Sûfîler kul için her iki hâli yani cem‘ ve tefrikayı zorunlu görürler. Onlara göre cem‘ hâlini zevk etmeden yaşanan tefrika hâli yani kulluk boyutu yetersizdir. Bu da Allah’ın sıfatlarını inkârdır. Tefrikasız cem‘ ise zındıklıktır. Bu anlayışlarına bağlı olarak sûfîler, doğal olarak bazı suçlamalara da maruz kalmışlardır. Bu suçlamalardan birisi cebrîlik, diğeri ise hulûl ve ittihaddır.” Şimdi dikkat!
“Tasavvufî eserlerde sûfîlerin; söz, ahlâk ve hâl olmak üzere üç konuda Allah Resûlü’ne tam ittibâ ettikleri ve bu manada da sünneti en iyi ihyâ eden zümrelerden oldukları ifade edilmektedir. İlgili âyet meâlleri;
Âyet meali: “Peygamber size neyi verdiyse onu alın…” (el-Haşr 59/7.),
Âyet meâli: “Allah’a itaat edin, Peygamber’e de itaat edin.” (en-Nûr 24/54.),
Âyet meâli: “Kim Peygamber’e itaat ederse...” (enNisâ 4/80.),
Âyet meâli: “O’na uyun ki doğru yolu bulasınız.” (el-A‘râf 7/158.),
Âyet meâli: “Peygamber’in emrine aykırı davrananlar, kendilerine acıklı bir azabın çarpmasından sakınsınlar.” (en-Nûr, 24/63.) ve
Âyet meali: “Ey Resûlüm! De ki: “Allah’ı seviyorsanız bana uyun…” (Âl-i İmrân 3/31.)
Mealindeki ilgili âyetleri delil ittihaz eden sûfîler, Allah Resûlü’nün sözlerine ittibâ ettikleri gibi ahlâk ve hâl konularında da Allah Resûlü’ne tam bir mutâbakat göstermişler ve sadece bir yönüyle değil Allah Resûlü’nün ilmine bütüncül olarak vâris olmuşlardır.” (https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1351699)
Buraya kadar tüm anlatılanlar, araya not olarak girdiğimiz tespit, teşhiş ve tahliller dışındaki tüm söylenenler, (dergipark.org.tr) sitesinde yayımlanmış ilgili makaleden aktarılmıştır. Mevzuumuza devam edelim.
“Mutlak Ölçü” Meali:
“Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse sapıklığın en koyusuna düşmüş olur.” (Nisa, 4/136)
Bu Ayetin Tefsirini merak edenler ilgili Tefsir bölümlerine bakabilirler. Bizim mevzumuz Tefsir olmadığı gibi, haddimiz de değil.
Rivayet edildiğine göre Yahudi hahamlarından bir topluluk, Allah Resûlü’ne hitaben: “Ey Allah’ın Resûlü biz, sana, kitabına, Musa’ya, Tevrat’a ve Üzeyr’e iman ediyoruz ve bunlardan başka kitapları ve peygamberleri tanımıyoruz.” dediler.
Allah Resûlü (Mealen):
“Hayır, Allah’a, bütün peygamberlerine, Muhammed’e ve kitabı Kur’an’a ve ondan önceki her kitaba iman ediniz.” buyurdu.
Allah Resûlü’nün cevabından memnun olamayan Yahudi Hahamlar: “Yapmayız” dediler.
Bu diyalog üzerinde sözkonusu âyet nazil oldu ve hepsi iman ettiler.
Ayet Meali:
“Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa, 4/80)
Evet, Ayet meali çok açık: “Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.”
Demek ki, Allah, ilkin Peygamberine itaat edilmesini emretmektedir. Değilmi ki, Peygamberler, yalnızca Allah'ın emir ve yasaklarını tebliğ ve telkin etmişlerdir. Allah Resulü hiç mi hiç nefsinden, heva ve hevesinden konuşmamıştır, onun konuşması yalnızca vahiy iledir. Bu sebeple ona itaat emredilmiştir. Diğer taraftan, Kur’an’da sadece Resule itaat emredilmemiştir. Mesela Ulü’l-Emr’e de itaat emredilmiştir.
Ayet Meali: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Resulüne ve sizden olan ulü’l-emre de itaat edin. Eğer Allah’a ve âhirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilâfa düştüğünüz meseleyi Allah’a ve Resulüne arzediniz. Böyle yapmanız hem daha hayırlı hem de netice bakımından daha güzeldir.” (Nisa, 4/59) mealindeki ayette bu gerçeğe vurgu yapılmıştır.
Allah Resûlü, ümmetindeki bütün ulü’l-emirlerin de amiridir. Ulü’l-emirlere itaat edilmesi farz olduğuna göre, Allah Resûlü’ne itaat katlanarak farziyetini koruyacaktır… İBDA Mimarı’nın “Şeyh birdir ve o da Allah Resûlü’dür” sözünü hatırlamanın ve de hatırlatmanın tam yeri!
Ayrıca, Allah Resûlü, Allah’ın hem Kulu ve hem de Resulü, yani Elçisidir. Elçi demek onu gönderenin emirlerini tebliğ eden kimse demektir. Bu sebeple, Peygambere itaat etmek gerçekte Allah’a itaat etmek demektir. Nisa suresinin 80. ayeti bu çerçevede değerlendirilmiştir.
Allah Resûlü’nün Allah’ın hem Kulu ve hem de Resulü veya Elçisi olma durumu, yeni zaman ve mekanda, yani “son ve som” devirde anlam kazanan Mehdiyyet ile de doğrudan ilişkili olsa gerektir. Bu mevzuun sistem çapında izahı, “İslama Muhatap Anlayış Davası”nın örgüleştirilmesi ile de doğrudan ilişkilidir. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin “Vahid-i Kıyasi” çerçevesinde anlam kazanması, yani “Vahdet-i Vücud” ve “Vahdet-i Şuhud”a kök teşkil eden “Vahdet-i Kusud” ruh ve anlayış sistemi ile olan doğrudan ilişkisi, Allah Resûlü’nün gölgesi keyfiyetinde görünmesinin de izahını mümkün kılmaktadır.
Tekraren:
“Mutlak Ölçü” Meâli:
“Ey iman edenler, iman ediniz!”
Bu “Mutlak Ölçü”nün hemen yanı başında, “Tatbik Fikir” mahiyetinde yine başka bir “Mutlak Ölçü” olan Hadis Meali:
“Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tutunursanız kurtuluşa erersiniz. Ashabımın ihtilafı sizin için rahmettir.”
Gerek Kur’ân Âyetleri ve gerekse Hadîs-i Şeriflerin zahirî mânâlarından anlaşılan o dur ki, Allah’a, Allah Resûlü’ne, Allah Resûlü’nün Ashab-ı Kiram’ına, Hulefa-i Raşid’in üzerinden de Ulü’l-Emr ve sonrasında, mesela “Hilafet” çerçevesinde vücud bulan Sultanlık veya Hanedanlık müessesesine ve en nihayet, yeni zaman mekanda vücud bulması kuvvetle muhtemel ve dünden bugüne kesiksiz bir şekilde mücadelesi verilen “Başyücelik Devleti’nin” “Başyücelik” müessesi üzerinden bizzat “Başyüce”ye “İman”, Allah’a ve Resûlü’ne iman etmenin tabii bir neticesi olarak da ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu durum, “Sünnet ve Cemaat Ehli” olmanın da temel dinamikleri arasında yer almaktadır. “Sünnet ve Cemaat Ehli” olmak demek, “Yaşayan veya Yürüyen İslam”ın da bir ferdi olmak demektir ki bu, her an değişen gelişen eşya hadiseler karşısında canlı veya diri olmayı da beraberinde getirir. İçinde yaşanılan yeni zaman ve mekanda, her an değişen ve gelişen eşya ve hadiseler karşısında donuklaşan, yani eşya ve hadiseleri tahakküm altına alamayan, onlara hükmedemeyen ve onları verimlendiremeyen, en azından bunun şuurunda olmayan veya olamayan hiç kimse kendisini “Sünnet ve Cemaat Ehli” olarak görmesin. Bunun “Fertte toplu topluluk hakikati”ni temsil eden belirli dünya görüşü olmadan, kişinin kendini bilmesi veya bulması muhal olduğu gibi, mesela “Kesrette Vahdet Sırrı”na ermesi de beklenemez. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve anlayış sisteminin niçin ekmek kadar aziz ve ihtiyaç duyulan “belirli bir ruh ve fikir sistemi” olduğu buradan anlaşılsın! “Mevzuyla kayıtlı mahalli idrak” keyfiyetini haiz Beden terbiyesi ve Spor mevzuunun künhüne nüfuz edebilmenin vasatını ben şahsen bu tür “Temel Meseleler”in halline bağlı olarak görüyorum. “Kültür Davamız” anlaşılmadan, “Kültürel bir faaliyet” olarak anlam kazanan Beden Terbiyesi ve Spor mevzuu da layıkı vechile anlaşılamaz diye düşünüyorum. Sadece Beden Terbiyesi ve Spor mevzuu değil, mevzumuz olması hasebiyle bu duruma bu şekil işaret ettik, “İnsanî verim şubeleri” olarak anlam kazanan hiçbir mevzu layıkı veçhile anlaşılamaz. Çünkü, her an değişen ve gelişen eşya ve hadiseler muvacehesinde, mesela kendisini insana empoze eden hiçbir mevzu, Ontolojik ve Epistemolojik olarak, Teori ve Pratik olarak veya Varlık ve Bilgi problematiği çerçevesinde derinliğine ve genişliğine doğru çözümlenmeden yerli yerine oturtulamaz. Bundan dolayıdır ki, İBDA Mimarı, sadece “Mutlak Fikrin Gerekliliği”ne işaret etmekle kalmamış, “Olan” üzerinden “Olması Gereken” hakkında “belirli bir ruh ve fikir sistemi”ne de ihtiyaç olduğunu bil fiil göstermiştir. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, tam da bu ihtiyacın giderilmesi için örgüleştirilmiştir. Bu ihtiyacın “Ontolojik olarak bir zat” problemi ihtiyacını bir problem olmaktan çıkardığı kimin umurunda? Hem sonra, alt başlığı “Kurtuluş Yolu” olan “İBDA Diyalektiği” isimli eserin 6. Levha’sında, yani “Diyalektik Ölçülerimiz” bölümünde ilkin “Peşin Fikir Hikmeti”ne yer verilmiş olması kimin umurunda? Çok açık ve seçik söylemek gerekir ki, “İBDA Diyalektiği” içerinde yer verilen “Peşin Fikir Hikmeti” bahsi, gerek “İdeolocya Plânında” ve gerekse “Bağlılık Plânında”, yani gerek “Epistemolojik” ve gerekse “Ontolojik” olarak, yeni zaman ve mekana bakan yönüyle, doğrudan doğruya “Ey iman edenler, iman ediniz!” “Mutlak Ölçüsü”nden mülhemdir ve buna dairdir. Buna dairdir diyoruz çünkü; mevzu, “Fertte Toplu Topluluk Hakikati” ile de doğrudan ilişkilidir. “Fertte Toplu Topluluk Hakikati”nin “nasıl” ve “niçin” kanatları, yani “ruh” ve “akıl” kanatları izah edilmeden hiçbir mevzu ayağını yerden kaldıramaz ve ulaya doğru yol alamaz. Yani “Allah’tan geldik ve dönüşümüz yine O’nadır” mutlak hakikatinin muradına denk düşen bir hayata yelken açamaz! Bu mevzuda İBDA Mimarı, zatiyle örnek bir şahsiyettir. Hiç bir Müslüman, “İnandığıyla yaptığı iş ve eser arasındaki uyum”un “nasıl”ını ve “niçin”ini çözümlemeden varlık iddiasında bulunmasın. Varken yoktur. Halbu ki, yokken var olmak derdindeyiz! Bizi var kılacak olan yegane şey, Ontolojik ve Epistemolojik olarak “Varoluş”umuzu gerçekleştirebilmektir. Diğer bir ifadeyle de, “Fikri yaşamak ve yaşamayı fikir bilmek” temel şiarından hareketle, “Oluşta kendini idrak etmektir.”
Diğer bir ifadeyle de, “Fertte Toplu Topluluk Hakikati”ne nisbetle, kendi “Fert Hakikati”mizi yakalamaktır. Tıpkı İBDA Mimarı’nın kendi “Fert Hakikati”ni yakaladığı usül ve metod üzerinden!
“Ben, EHADİYYET usulü içinde, bu türlü bir tabirde ve merkez ittihaz ettiği “Kimlik” esası üzerindeyim; Takdim’im üzre!” (Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası / “Ebu Süleyman Lügatı” -b-yedi-, İBDA Yayınları, İstanbul,2022, sh.38-39.) sözünün sahibi dünyaya gelmiş en son büyük ve güzel insan Büyük Şahid İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemini kasdederek, “Fikri anlamaya ve sevmeye çalışın, kendinize yarar kılın bu çileyi. Eğlencelik olsun diye yazmıyorum” der ve sözlerine şu şekil devam eder:
“Dikkat ediyorsanız sadece TELEGRAM yazmıyorum, TELEGRAM’la yaşarken vesile ve tedai sarmaşıklarıyla hep TEVHİD’i yazıyorum; niçin yaşıyorsak ve yaşamamız gerekiyorsa onu…” (Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası -B Yedi- “Giriş”, İBDA Yayınları, cild: 1, İstanbul 2010, sh: 212)
Niçin yaşıyoruz ve yaşamamız gereken ne? “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” Külliyatından da biliyoruz ki, insan, ilahî imtihan sırrı çerçevesinde, kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından birinden birini gerçekleştirmek üzere sefillerin en sefili olan âleme, yani dünyaya sürgün edildi, gönderildi..” Hatası sebebiyle dünyaya sürgün edilmesindeki ülvî gaye, varlıklar alemindeki halifeliği görünsün diyedir. Her bir müslüman, “Halife İnsan” olmak şartlarını haizidir ve tüm çabası, bunun gerçekleştirilmesine yöneliktir. Hac yolunda karınca misalinde de olsa! Vesselâm!
Bu oturumu burada sonlandırıyorum. Bir sonraki “Son Durum Som Oturum” bahsinde görüşmek ümidiyle, Hoşça kalın ve Allah emanet olun!
Osman Temiz
17 Mayıs 2024, Eyüp Sultan- Rami / İstanbul