Karanlık Mod
Image
Logo

"Müjdelerin Müjdesi": "Bir Akıl Gelecek ki, Akıllar Delirecek / Ve Bir Devrim, Evvela Devrimi Devirecek" -I-

 

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla ve Selamların en güzeli olan Allah’ın selamı ile…

 

Mevzu başlığımız, “Müjdelerin Müjdesi”: “Bir Akıl Gelecek ki, Akıllar Delirecek / Ve Bir Devrim, Evvela Devrimi Devirecek” şeklinde.

 

Başlıktaki “Müjdelerin Müjdesi” terkibi, Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl tarafından “Müjdelerin Müjdesi” olarak karşılanan ve “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” vasfıyla temayüz eden dünyaya gelmiş en son büyük ve güzel insan Büyük Şahid İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun bizatihi şahsına işaret ediyor. Üstad Necip Fazıl’ın “Müjde” isimli şiirinden alıntı yaptığımız güzide iki mısra ise, yine bizzat İBDA Mimarı’nın “Müjdelenmiş” vasfına delalet ediyor. Mevzuun muhtevasından tüten mananın bu çerçevede değerlendirilmesini salık veririm.

 

Mevzuun muhtevası, başlıktaki “Bir akıl gelecek ki, akıllar delirecek” mısraından tüten mana halinde, aklın mahiyeti hakkında derinliğine ve genişliğine doğru bir sondaj denemesini içeriyor. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” terkibi hükmünde yer alan “Yürüyen” ifadesini merkeze alarak yapmayı düşündüğümüz bu sondaj denemesinde, “Beşer zekasının sekreteri İBDA” manasının daha bir ayan olmasını murad ediyorum.

 

Aklın her an değişen ve gelişen eşya ve hadiseler karşısındaki kesiksiz raksı zekaya işaret eder. Zamanüstü hakikatten devşirilen Veli kelamını murada uygun anlamak veya yorumlamak da yine zekaya delalet eder. Efendi Hazretleri, mealen, “Bir insanın zekası, büyüklerin sözlerini anladığı kadardır”, der. Bir insanın zeka seviyesini sorduğu sorudan anlayan Veli kulların varlığı ise ayrı dava!

 

Dini literatürde “niyet ve amel” veya “itikad ve amel” kavramlarının hikemiyat veya felsefedeki karşılıkları “sudur ve zuhur” veya “teori ve pratik” kavramlarıyla doğrudan ilişkili olduğu sözkonusudur. Sahici bir ruh ve fikir veya duygu ve düşünce sistemi veya dünya görüşünün teşekkülünde, ruhun “nasıl” ve aklın “niçin” tavırları, sadece ahlakın oluşması için değil, kendisinden meydana geldiği fikri ileriye doğru zuhur ettirmek için de çok büyük bir önemi haizdir. Fikri ileriye doğru zuhur ettiren, diğer bir ifadeyle de sudur etmesine imkan veren veya bihakkın yürümesini sağlayan en önemli unsur, aklın “niçin” tavrıdır. Eski Yunan’da mesela Sokrates ve Eflatun’u ileriye doğru zuhur ettiren başta Aristo olmak üzere, sonrasında ise onun yakın takipçileri, kendisinden meydana geldiği ruh ve fikri ileriye doğru zuhur ettirenler olarak varlık kazanmışlardır. Aristo ve takipçilerine “Peripatetik”, yani “yürüyerek felsefe yapanlar” denilmesinin esas sebebi de böyle bir misyon üzerinden olsa gerektir. “Yürüyerek felsefe yapmak” tabirinin bildik manada beden terbiyesi veya jimnastik ile doğrudan ilişkili olduğunu düşünmek çok zayıf bir yorumdur. Bu kavramların mecaz veya metaforik argüman olarak kullanıldığını düşünmek daha doğrudur. İBDA’nın “Yürüyen Büyük Doğu” olarak anlam kazanmasını da benzer bir değerlendirmeye tabi tutabiliriz. Çünkü; “Büyük Doğu”nun “niçin” kanadını temsil eden İBDA, esas itibariyle “Büyük Doğu”nun yürümesini, dolayısıyla da sirayetini sağlamaktadır. İnsanoğlunun temel faaliyetleri olarak beliren “duygu, düşünce ve iradî faaliyetler” silsilesine bağlı olarak, aklın “niçin” tavrı bir yandan “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin mahiyetini belirlerken, diğer bir yandan da “niyet, idrak ve irade birliği”nin temel kaidesi üzerine “Yeni nizam yeni insan” inşa etmektedir.

 

Modern dünyanın en temel problemi imanî mi, yoksa aklî mi? İman edilmediği için mi akla yatmıyor, yoksa akla yatmadığı için mi iman edilmiyor? Hemen belirtelim ki, mücerred manada iman yoksa, yani Allah’ın kendisine iman edilsin diye insana bahşettiği bir iman yoksa, bir adım dahi atılamaz. Evet, iman yoksa, aynaya bakan bir insan gördüğü görüntünün kendi görüntüsü olduğunu dahi bilemez. Değilmi ki, “iman diye bir derdi ve davası olmayan” bir hayvan aynaya baktığında gördüğü görüntünün kendi görüntüsü olduğunu bilmez. Öyleyse? En temel problem, mücerred manada iman olmadığı gibi, ruhi bir keyfiyet olarak beliren akıl da değildir. En temel problem, “inan da istersen kuru bir oduna inan” yüceler yücesi sözden mülhem, sadece ve sadece “imanın hakikati” ile ilgili bir problemdir. “İmanın hakikati”, sadece “kuru akıl” veya “akılsız akıl” sahibleri için değil, “Allah’a iman edenler” için de geçerli bir problemdir. Çünkü, “batında kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından birinden birini gerçekleştirmek üzere dünyaya sürgün edilen insan”, zahirde veya dünya hayatında, iki zıd kutup halinde “mümin” ve “kafir” olarak belirmiştir. “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz!..” hadîs-i şerifi bir yana, son nefeste iman ve Kur’an’ın bir nasip meselesi olduğu izahtan varestedir. Yine hadîs ile sabit olduğu üzere, “Allah’ın nazar yeri” ve “zıtların birliği”ne yataklık eden “kalb, Allah’ın iki parmağı arasındadır.” “Her an bir şe’nde olan Allah”ın (Rahman Suresi/29) kalbteki daimi tecellisi, kalbin her an yeni bir hal üzere olmasını ve de halden hale geçmesini de açıklamaktadır. Gerek “imanın hakikati”nden mahrum “akılsız akıl” veya “kuru akıl” sahibleri ve gerekse mevcut durumlarını muhafaza etmek adına faaliyette bulunan ehl-i iman, her an yeni olan “imanın hakikati”ne muhataptırlar. Bundan dolayıdır ki, içinde yaşanılan yeni zaman ve mekanda “kesiksiz oluş”un ifade kalıbı halinde beliren “imanın hakikati” problemi, başlı başına bir problem olarak anlam kazanan “niyet, idrak ve irade birliği”nin çözümünü de bihakkın davet etmektedir.

 

Modern dünyanın en temel problemi, “imanın hakikati”nden uzak düşmüş veya düşürülmüş bir akıl problemi, dolayısıyla da “selim akıl” problemi olduğu çok açıktır. Bu mevzuda Said-i Nursi Hazretlerinin azim çabası, bir gong sesine benzetilebilir. “Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!” sözü bir tür gong sesi olarak kabul edilebilir. Hemen belirtmek gerekir ki, modern dünyada en temel problem halinde beliren akıl, dolayısıyla da selim akıl problemi, Nur Külliyatı üzerinden halli mümkün bir problem olmaktan çok uzaktır. İddiamız o dur ki, modern dünya insanını gayya kuyusuna düşüren akıl probleminin selim akıl çerçevesinde kamil manada çözümü, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi üzerinden mümkündür. Çünkü; “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, “İstikbal İslamındır” mutlak müjdesine yataklık etmek bakımından hem bir Haberci ve hem de, “manaya uygun suret olmak” bakımından “Mutlak Müjde”nin bizzat tatbikçisidir. Mehdi kavramındaki “beşik, döşek” manası ile “yeryüzüne yayılıp döşenmek” manası dikkate alındığında, meselenin önemi daha bir ayan olmaktadır. Bu mevzu tam olarak anlaşılamadığı içindir ki bugün, ne “Allah’a iman edenler” ve ne de “Akılcılık” belasına düçar olan modern dünya insanı “kuru akıl” cenderesinden kurtulamıyor ve “akılsız akıl” sahibi olarak bir o yana bir bu yana dolanıp durmaktan kendisini alamıyor. Vahiy ve akıl problemi arasında bocalayıp duran allame-i cihan ilim erbabı ve dahi “yürüyen takım elbise”den ibaret sarım-sarsak siyasetçilerin “kuru akıl”dan yana tavır alıp mürted olmaları ise büsbütün akla ziyan!

 

Not: Mehdi, lügatta “doğru yolu bulmak; yol göstermek, rehberlik etmek” anlamındaki hüdâ (hedy, hidâyet) kökünden türemiş bir sıfat olup “hidayete erdirilmiş, kendisine doğru yol gösterilmiş kişi” demektir… İBDA külliyatında Mehdi tanımlaması, “Hidayete eren” ve “Hidayete vesile olan” manası üzerinden vuzuha kavuşturulmuştur… Kur’ân-ı Kerîm’de hidâyet kökünden türeyen fiil ve isim kalıbında birçok kelime bulunmakla birlikte mehdî kelimesi yer almamakta, genelde hidayet kavramı Allah’a, Kur’an’a ve Allah Resûlü’ne nisbet edilmekte, ayrıca “insanın hidayeti benimsemesi” anlamında da kullanılmaktadır… Mehdî nitelemesi ilk defa Hassân b. Sâbit’in bir şiirinde Allah Resûlü’ne yönelik olmuş, daha sonra Hulefâ-yi Râşidîn’in yanı sıra Hüseyin b. Ali ve bazı Emevî halifeleri için de kullanılmıştır… Yine İBDA külliyatında, Mehdi’den kasdın Allah Resulü olduğuna bir işaret olarak, Allah Resulü’nün bir isminin de Mehdi olduğu vurgusu eşliğinde Mehdi’nin asıl değil, misal (: benzer, eş, gibi.) olduğuna da ayrıca işaret edilmiştir. (https://islamansiklopedisi.org.tr/mehdi). Son tahlilde Mehdi, Allah tarafından Sevgili Habibine hediye edilen, vaad edilen dünya hakimiyeti manasına, “İstikbal İslamındır” mutlak müjdesine yataklık eden olarak belirecektir. Diğer bir ifadeyle de “manaya uygun suret” olmak bakımından “Beklenen Kahraman” olarak belirecektir! Bunun hem “Resul-Elçi” ve hem de “Kulluk Makamı”na yataklık etmek manasında olduğu, bunun da “niyet, idrak ve irade birliği” üzerinden “Vahdet-i Kusud” ile doğrudan ilişkili olduğu iddialarımız arasındadır.

 

Modern dünya insanının mevcut ruh ve kafa yapısı, hiç şüphesiz ki modern felsefe tarafından şekillendirilmiştir. Modern felsefenin kurucu iradesi olarak beliren Rene Descartes (d.1596- ö.1650), modern dünya insanının ruh ve kafa yapısını şekillendiren kişi olarak da kabul edilir. Hemen belirtelim ki, meşhur “Cogito ergo sum”, yani “Düşünüyorum öyleyse varım” felsefi önermenin sahibi Descartes’ın tüm felsefi çabası, Klisenin bağnaz, dolayısıyla da “kuru aklı”na karşı Aristo mantığının yeniden yorumlanması veya ihya edilmesi manası üzerine kuruludur. Bu yönüyle Descartes, vakti zamanında İslam dünyasında mesela İmam-ı Gazali Hazretleri tarafından gerçekleştirilen İHYA hareketinin bir benzerini Batı dünyasında gerçekleştirmiştir de denilebilir. Evet, çok daha sonraları, mesela Alman idealizminin baş mimarı Immanuel Kant (d.1724- ö.1804), meşhur “Aydınlanma nedir?' başlıklı makalesinde, “Sapere Aude”, yani “Aklını kendin kullanma cesaretini göster” mottosu ile, mesela insanlığın son üç yüzyıllık dönemine damgasını vuran Aydınlanma Hareketinin de en önemli şahsiyeti olarak belirmiştir. Bu tür bir beliriş süreci, son büyük filozof olan Georg Wilhelm Friedrich Hegel (d.1770- ö.1831) gibi çok büyük bir kafa adamını doğurmuştur. Hegel’i son ve büyük filozof yapan yegane şey, “beşer zekası” veya “saf akıl”dan hareketle “Bütün Fikir” manasına “Mutlak Fikrin Gerekliliği”ne bariz bir vurgu yapmış olmasıdır. Son dönem modern dünyanın istifade ve de istifazasına sunulan tüm duygu, düşünce ve iradi faaliyetler, Kant’ın ruh ve akıl cenderesinde kritik edildikten sonra, Hegel’in ruh ve fikir mutfağında pişirilmiş ve topyekün dünyaya servis edilmiştir.

 

“İman hakikati”nden soyutlanmış bir akıl, “akılsız akıl” veya “kuru akıl” olarak da telakki edilebilir. Çünkü; “Mutlak Fikir”, dolayısıyla da “Küllî Ruh” karşısında başına buyruk hareket etmekten yana tavır alan bir akıldır sözkonusu olan. Diğer taraftan, “Berzah” hakikatinden azade bir akıl, “ruhi bir keyfiyet” olarak beliren aklın “selim akıl” dairesinde belirmesinin önündeki en büyük engeldir. “Selim akıl”, ruh ve akıl veya ruh ve beden arasındaki denge amili “Küllî Ruh” veya “Mutlak Fikir” üzerinden anlam kazanır ki bunun hakikati, büyük ölçüde “Berzah” keyfiyetinde saklıdır. Bundan dolayıdır ki Descartes tarafından örgüleştirilen Kartezyen Düşünce veya Düalizm, başlı başına bir problem olarak belirmiştir. Çünkü Düalizm, “Birlik” üzerinden değil, “İkilik” üzerinden hareket etmektedir. Varlıktaki ikilik, Bir’de toplanamadığından ötürü yabancılaşma ve bunun da tabii bir uzantısı halinde birbirine düşman veya tekzib halleri, aklın kendisini putlaştırmasına kadar sarkmıştır. Çok büyük bir problem halinde kendisini gösteren bu ikilik problemi, İslam tasavvufu veya duygu ve düşünce dünyası tarafından, mesela “niyet, idrak ve irade” kanallarına yeni bir ruh ve fikir üfleyen İmam-ı Rabbani Hazretleri (d. 2564- ö. 1624) tarafından büyük ölçüde aşılmış bir problemdir. İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin “Görünüşlerin Birliği” şeklinde müşahede ettiği vechile, yani “Her şey O değil, Ondandır” şeklinde sistemleştirdiği “Vahdet-i Şuhud” ruh ve anlayış sistemi, ruh ve akıl veya iman ve akıl veya vahiy ve akıl problemini de büyük ölçüde çözüme kavuşturmuştur. İmam-ı Rabbani Hazretleri, “kesrette vahdeti, vahdette kesreti” gören bir göz olarak, gören göz hakkını teslim ediyor ve hak ve hakikatin yerli yerince görünebilmesinin de büyük ölçüde önünü açıyor. “Vahdet-i Şuhud” olarak formüle edilen tevhidi ruh ve anlayış sisteminin, tıpkı “Vahdet-i Vücud” olarak formüle edilen tevhidi ruh ve anlayışı sisteminde olduğu gibi, insanoğlunun seyru sülükünde çok büyük bir makam olduğu haberini vermekle kalmıyor, aslında bütün bu makamların çok daha ötesinde ve fevkinde yer alan daha yüksek, en yüksek bir makam halinde, mesela “Ubudiyyet” veya “Kulluk Makamı”nın da varlığına işaret ediyor, müjdeliyor. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, işte tam da böyle bir makam üzerinden selim aklın seyru sülükunu gerçekleştiriyor ve dahası, hıtama erdiriyor. Yani “Kulluk Makamı” üzerinden yeni bir tevhidi ruh ve anlayış sisteminin kurucu iradesi olarak beliriyor. Ben şahsen bu duruma “Vahdet-i Kusud” dedim ve “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin “Yeni Dünya Düzeni” iddiasını tam da bu çerçevede anlamlı buldum.

 

İslam Tasavvufu kültüründe Tevhid veya Vahdet mevzuu ilkin “Vahdet-i Kusud”, yani fert planında “Niyet, İdrak ve İrade Birliği”, sonrasında “Vahdet-i Vücud”, yani “Varlığın Birliği”, daha sonrasında ise “Vahdet-i Şuhud”, yani “Görünüşlerin Birliği”, en nihayet, “Daire sırrı” manasını da mündemiç olarak, tekrar “Vahdet-i Kusud” ama bu sefer “Fertte toplu topluluk hakikati” manasının tecelligâhı halinde “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, yani “Niyet, İdrak ve İradelerin Birliği” mevzuu üzerinden “belirli bir ruh ve anlayış sistemi” çerçevesinde kemale erdirilmiştir. Biribirinin devamı niteliğinde olan bu Tevhid veya Vahdet silsilesi, ruh ve aklın seyru sülükünü de göstermesi bakımından çok mühimdir. Böylelikle, Kant’ın “saf akıl” veya “kuru akıl” çerçevesinde dile getirdiği veçhile, “Sapere Aude: Aklını kendin kullanma cesaretini göster” temel düsturu ve Hegel’in “tez, antitez ve sentez” döngüsü üzerinden dile getirdiği “Mutlak Fikir Gerekli” hükmü de, gaye noktasına ermiş veya erdirilmiş oluyor.

 

İBDA Mimarı’nın “Büyük Veli” olarak tavsif buyurduğu Nakşi Şeyhi Mahmud Efendi Hazretlerini ziyaretleri esnasında “Kim geldi!” şeklinde karşılanması da göstermektedir ki, ziyaretin esas sebebi, Allahu alem kasdıyla söylersek, İBDA Mimarı’nda tecelli eden yüce mananın taçlandırılması manasına, “Kulluk Makamı”nın birinci elden teyidi olarak belirmiştir. “Melami mizaç” bu şekil bir davranış sergilenmesini gerekli kılmıştır. İBDA Mimarı, “Ölüm Odası” isimli eserinde Melami mizaçta olduğuna işaret eder ve “Ben Melamiyim!” der.

 

Not: Melamî, Arapça “sövme”, “yerme” anlamına gelen “levm etmek” fiilinden türetilmiştir. Horasan bölgesinde 9. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan ve insanın öncelikle kendisine dönük bir dindarlık eleştirisini ifade eden hareketin genel adıdır. Kelimenin kökeni olan “melamet”, kınamak, ayıplamak ve serzenişte bulunmak anlamlarına gelir. Tasavvuf ıstılahındaki yaygın tarifi ise “Yaptığı iyilikleri (gösterişten kaçınmak için) gizlemek, kusurları ise (nefsiyle mücadele etmek için) açığa vurmak”tır. Burada amaç, kişinin riyadan, gösterişten ve yapmacıklıktan sakınmak amacıyla ibadetlerinde gizliliğe itibar etmek ve insanların nazarında şöhret sahibi olmaktan uzak durmak için kusurlarını örtmeye çalışmamaktır. Bu hareket aynı zamanda kurucusu olarak kabul edilen Hamdun Kassar'a (ö.884) nisbetle Kassarilik olarak da adlandırılır. Hamdun, melameti, “Halk için süslenmeyi terketmek ve Allah yolunda kınayanın kınamasına aldırmamaktır” şeklinde tanımlamıştır… Melamilik Horasan'dan Anadolu'ya gerçekleşen göçler neticesinde Anadolu din ve tasavvuf tarihinin önemli bir parçası olmuştur. Yesevilik, Kübrevilik, Kadirilik, Mevlevilik, Bektaşilik, Bayramilik, Halvetilik, Nakşibendilik ve diğer tarikatlar aracılığıyla da Osmanlı Devleti'nin neredeyse bütün hakimiyet alanı içerisinde dini-tasavvufi yapının şekillenmesinde bu anlayışın izlerini görmek mümkündür. Bu tesirin genişliğinde Melamiliğin temel tezlerinin ilkesel olarak her tarikat ve dini hareketin bigane kalamayacağı hususlar olmasıdır. Bu ilkelerden birkaçı, “zahirde ibadetleri bir gösteriş vesilesi yapmamak, hakları sahiplerine vermek, insanların ayıplarını bırakıp sadece kendi fiil ve yanlışları ile meşgul olmak, kendisine eziyet edenlere yumuşak davranmak, manevi yönüne dair sırları ifşa etmemek, nefsiyle her ortamda mücadele etmek, dindarlığını açığa vuran meclislerden sakınmak, toplumda kendisini ayırt edici bir kıyafet giymemek, ilmiyle ve ibadetiyle şöhret kazanmaktan uzak durmak, ihtiyacını sadece Allah'a arz etmek” şeklinde sıralanabilir. 

 

Yukarıdaki tanım ve vasıflandırmalar üzerinden İBDA Mimarı’nın hayatını tekradan gözden geçirmek gerekiyor. Benim gözümde İBDA Mimarı, dünyaya gelmiş en son büyük ve güzel insan olarak mühürlenmiştir.

Yorum / YANIT