Karanlık Mod
Image
Logo
SON DURUM SOM OTURUM: BEŞİNCİ OTURUM:

SON DURUM SOM OTURUM: BEŞİNCİ OTURUM: "MUTLAK TEVHİD MÜMKÜN DEĞİLDİR" VE "BEN KİMİM?"

 

 

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla ve selamların en güzeli olan Allah’ın selamı ile…

 

“Son Durum Som Oturum” isimli “Beşinci Oturum” başlığımız: “Mutlak Tevhid mümkün değildir” ve “Ben Kimim?” şeklinde.

 

Dünyaya gelmiş en son büyük ve güzel insan Büyük Şahid İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Düşünce Tarihine Bakış” alt başlıklı “Büyük Muzdaribler” isimli üç ciltlik eserinin birinci cildinde ve sahife 75’te yer alan “Ben Kimim?” istifhamına dair şu şekil bir bilgi aktaralım. Ama ondan evvel, isterseniz, “Mutlak Tevhid mümkün değildir” terkibi hükmüne dair birkaç bir şey söyleyelim.

 

İBDA külliyatına aşına olanlar bilirler ki, “Mutlak Tevhid mümkün değildir” sözü, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin en temel yapı taşlarından biri, dahası ideolojik argümanlarından biri, hatta başlıcasıdır da denilebilir. Bu söz, Nakşibendi Tarikatı’nın kurucu iradesi olarak beliren Şah-ı Nakşibendi Hazretleri’ne ait bir sözdür. Bu söz aynı zamanda, nam-ı diğer “Müceddid-i elf-i sânî”, yani “Hicrî 2. binyılın müceddidi veya yenileyicisi” İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin kurucu iradesi olduğu “Vahdet-i Şuhud” Tevhidî ruh ve anlayış sisteminin de üzerine bina edildiği bir terkibi hükümdür. Dahası, “Mutlak Varlık” olan Allah’a ulaşmada takip edilen “orta yol” mânâsını mündemiç bir terkibi hüküm hâlinde ve Allah’ı “bulamamacasına aramak” seyr-i sülükünde, mesela nam-ı diğer Şeyh-i Ekber İbni Arabî Hazretleri’nin kurucu iradesi olduğu, yani “Her şey O’dur” hükmünün cari olduğu “Vahdet-i Vücud” Tevhidî ruh ve anlayış sisteminin de bütün haşmetiyle meydan yerine taşınmasına vesile olan bir sözdür. Ayrıca, “Vahdet-i Vücud” Tevhidî ruh ve anlayış sisteminin çok yüce bir makam olduğunu gösteren olmakla birlikte, “Her şey O değil, O’ndandır” hükmünü cari kılan bir terkibi hüküm özelliğine de sahibtir. Son ve som tahlilde ise, “Her şey O değil, O’ndandır; bu mânâda O’dur” hükmünün cari olduğu “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin de üzerine bina edildiği bir terkibi hükümdür. Bu mevzu üzerinde bu veçhesiyle birazdan daha derin bir şekilde durmak mümkün olacaktır.

 

Tekrar başa dönelim ve “Ben Kimim?” istifhamı üzerinden söyleyeceklerimizi söylemeye çalışalım. İlkin ilgili metni ilgili eserden aktaralım ve söylenmesi gerekenleri idrak buudumuza yansıyan yönleriyle söylemeye çalışalım. Takip edelim:  

 

“Bütün tefekkür tarihi boyunca görülen her türlü düşünce, merkezine alsın almasın, “ben kimim?” suali etrafında cereyan eder… Bir formül halinde bildirelim ki, “ben kimim?” diye sormak, “ölüm nedir?” diye sormakla birdir… Ve ölüm, akla, mutlak unutmak, kendi kendini unutmak şeklinde hitab eder ki, mahiyeti “yokluk” olan eşya aleminde akla düşen bu pay, aklın kendi dairesini ve haddini tayin halinde sualin cevabını ruhun yoluna dair oluşunu belirtir… “Ben kimim?”, yani insanın kaderi, müntehasında “zat sırrı neyse o” bir alemin hakikatini yaşayan batın yolu kahramanlarının “hal” hakikati olarak akla şu kadarını söyler:



“Bir veli mevzuunu bulamaz ki BEN desin!”

 

“Mahiyeti yokluk olan bir alemde kulaç atan akla dair “ben”in, akıl üstü bir alemdeki hakikati, müntehasındaki hakikati bu… Soruyu sorup da muhatap olabilecek şartlara malik olanlara ne mutlu ki, onlar ulaya doğru gidenler ve gidebilecek olanlardır. (Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaripler, -Düşünce Tarihine Bakış”-, İBDA yayınları, c.1, İstanbul 1998, sh. 75-76)

 

Şimdi, aktardığımız bu sahici bilgi üzerinde birazcık olsun duralım. Muhtevasına dair bir sondaj denemesinde bulunalım ve derinliğine ve genişliğine doğru söyleyeceklerimizi söylemeye çalışalım. “Ben Kimim?” sorusunu kasden, son cümleyi tekrar edelim: “Soruyu sorup da muhatap olabilecek şartlara malik olanlara ne mutlu ki, onlar ulaya doğru gidenler ve gidebilecek olanlardır.” Bu söz, “her ilim dipsiz bir kuyu” sözünden mülhem söylersek, Tasavvuf kültürünün hayata sistematik bir şekilde tatbik edilebilmesinin vasatına da işaret eder. Diğer bir ifadeyle de, Şeriat ve Tasavvuf kanatlarıyla birlikte bir ve bütün olmanın, yani İslâmın zâhir ve bâtın buudu hâlinde, İslâm kültür ve medeniyetinin zaman ve mekandaki raksına da işaret etmektedir. “Beşer zekası” üzerinden çerçevesi çizilen “Düşünce Tarihi”nin özeti hâlinde, “Zıtların Birliği”ne açılan büyük kapı da denilebilir. Evet; ulaya doğru gidenler ve gidebilecek olanlar! Soru ne idi? “Ben Kimim?” sorusu! Sözkonusu olan bu soru, daha evvel de söylendiği üzere, son tahlilde bir istifham sorusudur. Lügat bilgisi halinde söylersek, mesela “soru sorup anlamak” veya “anlamak için soru sormak” için değil, yani cevap istemek için soru sormaktan ziyade, daha çok dikkati çekmek, hisleri kuvvetlendirmek maksadıyla soru şeklinde söyleme sanatı yapmak! Demek ki, “Ben Kimim? sorusu, mesela “istidad” olarak cevabı bilinmekle birlikte, herhangi bir soru gibi cevabı verilmesi gereken bir soru olarak da bütün haşmetiyle karşımızda durmaktadır. “Ben Kimim?” sorusu veya istifhamı, temelde “Berzah” mânâsı veya hakikati ile de doğrudan ilişkili görünmektedir. Hem “bilen”, dolayısıyla da “bilinen”e ve hem de “bildiren”, dolayısıyla “bildirilen”e, diğer ifadeyle de “olan” ve “olması gereken” arasındaki “muvazene, denge veya uyum”dan hareketle “bilinmesi gereken”e açılan büyük bir kapının tam orta yerinde duruyor. Demek isterim ki, “Ben Kimim?” istifhamı hem “iç”e ve hem de “dış”a bakıyor. Hem “bu alem”e ve hem de “öte alem”e bakıyor. Hem “yaratılan”a ve hem de “yaratan”a bakıyor… Son tahlilde “ruhun ruhla sezilişi” hâlinde, “bilen bilinenin aynıdır” şeklinde bir durum sözkonusudur. Yukarıdaki cümlenin içine girmek gerekirse, o da şu:

 

“Bütün tefekkür tarihi boyunca görülen her türlü düşünce, (dikkat edilsin, bütün tefekkür tarihi boyunca görülen her türlü düşünceden söz ediliyor) merkezine alsın almasın, “ben kimim?” suali etrafında cereyan eder… (Evet, merkezine alsın veya almasın, buna bilerek veya bilmeyerek faaliyette bulunmak da dahildir, çünkü bütün bir varlık, sonsuz varlık olan Allah’a doğru sonlu veya sonsuz, bir akış hâlindedir. Sonsuz bir akış halindedir diyoruz çünkü, insanın varlık hikmeti, sonsuzluk mayasındandır. Çünkü sonsuz varlık olan Allah, kendinde olanı insana da vermiştir ve insan, varlıklar alemi içerisinde bizzat “sonsuz varlık” olan Allah’ın halifesi! Evet, Allah, insanın “sonsuz varlık”, daha doğrusu “ebedî varlık” oluşuna bizzat kefil olmuştur! Demek ki insanın sozsuzluk veya ebedi varlık oluşunun garantisi Allah Azze ve Celle’nin bizzat kendisidir! Transhümanizm vs. zırvalar üzerinden insanı dönüştürmek isteyen, “yapay zeka” istikametinde insanı yarı veya tam robotik duruma indirgemek isteyen, yani insan türünün sonunu getirmek isteyenlere hassaten duyurulur! Aslında bu tarz bir yanlış hesap, mesela daha evvel tüm yanlış hesapların BAĞDAT’tan dönmesi örneğinde olduğu gibi, çok uzun zaman önce İBDA’dan dönmüştür! Bu mevzu malum “Telegram” hadisesi üzerinden daha bir ayan olmuştur. İBDA Mimarı’na tam 16 yıl sistematik bir şekilde tatbik edilen ve “Kıyamet Silahı” olarak da adlandırılabilecek olan “Telegram” hadisesi veya işkencesi, insan türünün sonunu getirmek üzere kurgulanmıştı. Bu manadan olarak, aslında İBDA Mimarı, Deccalizm karşısında insanlık onurunun son ve som temsilcisi veya abidesi olarak da görülebilir. Özellikle de Mehdiyyet düşüncesi çerçevesinde baştacı edilmesi gereken olarak! “Telegram” işkencesi veya insanın mankurtlaştırılması manasına “zihin konrtolü veya yönlendirmesi” plan, program ve projesi, ruh ve nefs, dolayısıyla da ruh ve madde arasındaki final müsabaka hâlinde son ve som büyük savaş olarak okunsa yeridir. Tedaisi, Hadîs ile sabit olduğu üzere,  “Melhame-i Kübra”! Kanaatimce bu son ve som büyük final müsabaka veya savaş, İBDA Mimarı’nın şahsında kan ve gözyaşı eşliğinde kan ve can pahasına da olsa kazanılmıştır. İBDA Mimarı’nı “Büyük Şahid” yapan da işte tam budur. Teknik ve teknoloji, insan onurunu yenememiş, dolayısıyla da insan ruhunu hadım edememiştir. Bizzat İBDA Mimarı bu duruma mani olmuştur. Bu öyle hiç de kolay olmamıştır ve İBDA Mimarı, bu dünyada adeta cehennemi yaşayarak bunu yapmıştır! Denilebilir ki, İBDA Mimarı’nın şahsında “ruhu hadım projesi” akamete uğramış ve insanlık onurunun baş düşmanı Deccalizm mağlub edilmiştir. “Ben Kimim?” istifham sorusunun mücessemleşmiş hâli ve hassaten, “Ontolojik zat problemi”ni bir müşahhas bir problem olmaktan çıkartan “Başyüce” İBDA Mimarı’na ilelebed rahmet ve dua!.. Evet, sözkonusu olan metni çözümlemeye devam ediyoruz:) Bir formül halinde bildirelim ki, “ben kimim?” diye sormak, “ölüm nedir?” diye sormakla birdir… (Peki ama niçin? Çünkü bizler, benim kolum, benim ayağım, benim ağzım, gözüm, burnum diyerek caka satan / hava atan insanlar olarak, yani ölümlü varlıklar olarak, aslında ve doğrudan doğruya ölüme doğuyoruz. Her gün, her saat, her dakika ve her an ölerek yaşıyoruz bir bakıma. Bir nevi, ölümden aldığımız sermaye ile yaşıyoruz adeta. Kari ve zararı sahibine ait olmak üzere tabiiki de! Bu arada İBDA’nın manaları arasında, “kari ve zararı sahibine ait olmak üzere sermaye vermek” manasını da hatırlamanın ve de hatırlatmanın tam yeri. İlmi olarak da sabittir ki, insan vücud organizmasını oluşturan doku ve organlar hücrelerden oluşuyor ve her bir hücre sadece belli bir süre hayatta kalabiliyor. Yani insan vücudundaki hücreler ölmezse yenisi doğmuyor. Mesela kan hücreleri. Bu hücreler doğar, fonksiyonlarını yerine getirir, yaşlanır ve ölürler. Örneğin eritrositler ortalama 120 gün yaşar. Lökositlerin bir kısmı 24-48 saat yaşarken bazıları birkaç hafta yaşar. Bazı hücreler ise çok uzun süre yaşayabilirler, mesela hafıza hücreleri, bir insan ömrü süresince yaşayabilir. Vücudun yenilenmesi ne kadar sürer sorusuna cevap vermek için, tek tek organlar üzerinde değerlendirmeler yapmak sanırım daha isabetli olacaktır. Tüm vücud veya organizma 2 yıldan daha kısa bir sürede, buna karşın %98'i 365 günden daha kısa bir sürede kendini tamamen yeniden inşa ediyor. Vücudumuzdaki her bir hücre eninde sonunda ölür ve yerine yenisi gelir. Demek ki, yeni hücre ölüme doğmazsa, hayat da devam etmiyor, edemiyor. Hücre yenilenmesi olacak ki hayat da devam etsin, edebilsin. Bu “fizyololojik” hadise, “Allah her an bir şe’ndedir”, yani “yaratma” hâlindedir, mutlak hakikatinin anlaşılmasında da fevkelade bir örnek olarak kabul edilebilir. Fikriyatta yaratmanın varlık-yokluk üzerinden nasıl izah edildiğini hatırlamanın ve de hatırlatmanın tam yeri. Öyle ya, Allah, varlığı her an öldürüyor, yani yok ediyor ve yine her an yeniden yaratıyor ve var kılıyor. “İlahî ibdada tekrar yoktur rastgele ibda da yoktur” hikmetinin hikmeti! Ki bu mevzu, sunnetullah kavramıyla da doğrudan ilişkili! Sünnet kelimesinin Allah'a izafe edilmesiyle oluşan sünnetullah ifâdesinin anlamı, insanların yapıp ettiklerinden dolayı Allah’ın onlara karşı takip ettiği yol olduğu söylenebilir. Bu, insanoğlunun tabi olduğu ve boyun eğmek zorunda olduğu alemşumul, “yeni kurbağa diliyle” söylersek evrensel bir yasadır. Evet, “Ben Kimim?” diye sormak “Ölüm nedir?” diye sormakla bir ve aynıdır.) Ve ölüm, akla, mutlak unutmak, kendi kendini unutmak şeklinde hitab eder ki, mahiyeti “yokluk” olan eşya aleminde akla düşen bu pay, aklın kendi dairesini ve haddini tayin halinde sualin cevabını ruhun yoluna dair oluşunu belirtir… (Denilebilir ki, mahiyeti “yokluk” olan eşya aleminde akla düşen pay, hiç şüphesiz ki “ölüm”dür. Yani kendini iptal! Böylelikle, “yaşamayı hak etmek için ölümü göze almak” ne demek, daha bir ayan oluyor. Ölümün akla mutlak unutmak, kendi kendini unutmak şeklinde hitab etmesi bir yönüyle aklın ölmek istememesinin de ne demek olduğunu açıklıyor. Dahası, akl-ı selim tabirinin doğumuna yataklık eden “Akıl da ruhî bir keyfiyettir” hakikatini daha bir anlamlı hale getiriyor. Hiç şüphesiz ki, “aklın ruhî bir keyfiyet” olarak belirmesi durumu, “iman” keyfiyetine bağlı olarak anlam kazanıyor. Yine hiç şüphesiz ki, “iman” aklı aşan olmaktan ziyade, aklı kuşatandır. Dolayısıyla da “iman”, aklın kuşatamayacağı bir alan olarak da beliriyor. Demek ki “iman”, “aklın kendini iptal etmesi”nin ardından bütün haşmetiyle aşikar olan bir alan. Bu alan, Allah’ın kuluna bahşettiği müstesna bir alandır. Nitekim Allah, “iman” varlığını bizzat kendisine iman edilsin diye yarattığını haber veriyor!  Bu mevzu, ya “ölmeden ölmek”, veyahut da “ölüp de ölmemek” mevzuuna açılan kapının da eşiğinde duruyor. Bundan dolayıdır ki, bir daha günah işlememek üzere “tevbe”, -ki “tevbe-i nasuh” için de geçerlidir bu!- ya “bedenin fedası”nı, veyahut da “nefsin fedası”nı davet ediyor. Yani ya Şehid”, veyahut da “Veli” olmayı! İBDA Mimarı’nın “Velilik bir mecburiyettir” derken neyi kasdettiği birazcık olsun anlaşılıyor gibidir. Demek ister ki İBDA Mimarı, insan olmak veya olabilmek adına ya bedenini iptal edeceksin, veyahut da aklını!.. Aklın iptal edilmesi aklın yok edilmesi manasından ziyade, aklın kabule muhtaç olmadığı bir alan halinde iman köküne bağlanması manasınadır. Bu tür işlerde ne akılla ve ne de akılsız olamayacağını bilenler biliyor! Buyur burdan yak!..  “Ben kimim?”, yani insanın kaderi, müntehasında “zat sırrı neyse o” bir alemin hakikatini yaşayan batın yolu kahramanlarının “hal” hakikati olarak akla şu kadarını söyler:



“Bir veli mevzuunu bulamaz ki BEN desin!”

 

(Evet, “Bir veli mevzuunu bulamaz ki “ben” desin!” İnsanın kaderi ile örtüşen bir manada “Ben Kimim?” istifhamının bağlandığı nokta, aslında “Bezm-i Elest”, yani ruhlar aleminde Allah ile ruhlar arasında vuku bulan “Akit” ile de doğrudan ilişkilidir. “Kadere rıza” denilen mevzu da bu çerçevede anlam kazanıyor. Allah’ın Rabb, yani “mâlik, seyyid, idare eden, terbiye eden, gözetip koruyan, nimet veren, ıslah edip geliştiren, mâbud” olduğunun kabulünü gerektiren durumlar! Ve “Rabb’in sana yeter!” denilen durum! Dolayısıyla da, “Allah’a malik olan neden mahrumdur ve Allah’tan mahrum olan neye maliktir” hikmetinin de göründüğü ülvî nokta!

 

Sözkonusu alıntının devamını takip edelim ve esas mevzumuza yol bulmaya çalışalım. Yani “Ben Kimim?” istifhamı eşliğinde “Bulamamacasına aramak” mevzuuna! Yukarıdaki alıntının devamı halinde, takip edelim:

 

“Ta Sokrat’tan başlayan, -evvelini bilmiyoruz-, kıvrıla büküle Necip Fazıl’a, onun üslubuna ve hakikatine - ki o ölmeden evvel ölme sırrına ermiş bir kahramandır- mevzu olmuş meşhur soru:



“Benim elim, benim ayağım, başım, gözüm, kalbim vesaire… Vücudumuzu terkib eden her şeyi “benim” diye satıp tüketebileceğimize göre, ya BEN nerede?.. O kimin?” (Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muztaripler, -Düşünce Tarihine Bakış”-, İBDA yayınları, c.1, İstanbul 1998, sh. 75-76)

 

Evet, o, yani ben, diğer bir ifadeyle de ruh kimin? Yani “Ben Kimim?” mevzuunun hakikati nerede düğümlü? Hemen herşeyde olduğu gibi, bu mevzuun da hakikat İslâm’da düğümlü! Demişlerdir k, Şeriatta seninki senin, benimki benim. Tasavvufta seninki senin ve benimki de senin. Hakikatta ise ne seninki senin ve ne de benimki benim, hepsi Allah’ın! Buradan da anlıyoruz ki, “Her şey O değil, O’ndandır; bu manada O’dur” sözü, Şeriat, Tasavvuf ve Hakikat ifade kalıplarının ifade ettiği tüm mânâları da mündemiçtir.

 

Yukarıdaki alıntıda, satır arasında tire içerisinde yer verilen bir hakikati es geçmeyelim. Es geçmeyelim çünkü çok defa hiç mi hiç dikkate alınmıyor. Yukarıda İBDA Mimarı, bizzat Üstad’ı Necip Fazıl hakkında “ölmeden evvel ölme sırrına ermiş bir kahraman” ifadesini kullanıyorlar. Yani, Üstadını “Veli” olarak takdim ediyorlar. Ne ilginçtir ki Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl, “Benlik” görüntüsüyle en ziyade rahatsızlık veren bir noktada duruyor görüntüsü üzerinden kritik edilmek istenmiştir. Halbu ki, Üstadın “benlik” görüntüsü, mesela “Batının zahire çıktığı bir zaman dilimine girdik” hakikati üzerinden söylersek, “kibir” değil, kibirliye sadaka cihetinden “Kibriya”, yani Allah’ın, dolayısıyla da Allah Resûlü ve onun Şeriati istikametinde vücud bulan ve kendinden olmayanı dışarda bırakan bir “benlik” olarak beliriyor. Bunu anlamayan kuru iftiracı, Üstad üzerinden ne söylerse söylesin, sadece ve sadece kendi cehennemine odun taşıyor demektir.

 

Evet, ta ki eski Yunan’ın üç büyük kafa adamından biri, hatta başlıcası olan Sokrat’tan günümüze “Ben Kimim?” istifham sorusu kritik edilen bir mevzudur. Gerçi Sokrat’tan evvel mesela “Doğa Felesefesi” olarak da adlandırılan bir alanda at koşturan sahici muzaripler de bu mevzuda çok büyük bir çaba harcamışlardır.  Aslında bu mevzu, ilkin Pegamberler ve Nebiler üzerinden halli mümkün bir mevzu olarak anlam kazanıyor. Kısa ve öz söylemek gerekirse, gerek Doğu tefekkür dünyası ve gerekse Batı tefekkür dünyası muztaribleri, “Beşer Zekası” üzerinden “Vahdaniyyet Sırrı”na açılan “Büyük Kapı” halinde her daim “Ben Kimim?” istifham sorusuna cevap aramak işi üzerinde olmuşlardır. İddiam o dur ki, “Beşer zekası” üzerinden anlam kazanan “Ben Kimim?” istifham sorusu, “hakikat arayıcılığı”nda, yani “niyet idrak ve irade birliği”ne taalluk eden veçhesiyle, “son ve som Tevhidî ruh ve anlayış sistemi” halinde “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi üzerinden gaye noktasına erdirilmiştir. Allah Resûlü’nün beşer, yani kul yönü itibariyle de “mutlak hakikat”in bizatihi temsilcisi olduğu ispat edilmiştir. Bundan dolayıdır ki gerek Tasavvuf ve gerekse Felsefe, birer isim olmaktan çıkartılmış ve “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin şahsında “hakikatin kendisi” olarak vücud bulmuştur. “İlahî Kelâm”da “Mutlak Fikir” ve onun sureti halinde beliren “Mutlak Tatbik Fikri”, diğer bir ifadeyle de Kur’ân ve Sünnet, Allah Resulü’nün şahsında “Mutlak” mânâda “suret mananın aynıdır” noktasında düğümlenmiştir. Aynı şekilde, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin şahsında, mesela “beşerî kelamda beşer zekası”, “suret mananın aynıdır” noktasında “İslama Muhatap Anlayış” çerçevesinde “Mutlak hakikate” perçinlenmiştir. “Her şey O’dur” hükmüne ram olmuş İbni Arabî Hazretleri’nin “Vahdet-i Vücud” ruh ve anlayış sistemi ve “Her şey O değil, O’ndandır” hükmüne ram olmuş İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin “Vahdet-i Şuhud” ruh ve anlayış sistemi arasında “Vahid-i Kıyas” üzere olan “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, “Her şey O değil, O’ndandır; bu manada O’dur” şeklinde tüm hakikatleri aslına rücu ettirerek, aslında tüm mevzuları da aslın aslına bağlamış olmaktadır. Diğer bir ifadeyle de “Bütün Dalların Birleştiği Kök’e” bağlamış olmaktadır.  Yani “Zıtların Birliği”ni mündemiç “Berzah” hakikatine!.. “Vahdet-i Vücud ile Vahdet-i Şuhud’un zirvesi arasındaki kavisli kısım; kul plânındaki Mutlak Hakikat’in Vahid-i Kıyas’ı Allah Sevgilisi hatırlanmalı.” (https://www.barandergisi.net/olum-odasi-byedi-yuruyen-el-182). Evet, sözkonusu eserden takip edelim ve mevzuyu hükme bağlayalım. Yani;

 

“Başa dönelim: “Ben Kimim?”… Soran akıl… Akl: Ölmek. İp ile bağlamak. Sürmek… Akl: Diyet. Kırmızı örtü. Sığınacak yer… Me’zer: Sığınacak yer, melce… Mizar: Örtü, perde.” (Sh. 88-89)

 

Buraya kadar anlatılanlardan anlaşılan o dur ki, cevabı kendi içinde mündemiç bir soru veya İBDA Mimarının şahsında tecelli eden bir mana veya hakikat halinde “Ben Kimim?” istifhamı, çok ama çok önemli bir terkibi hükümdür. Bir istifham sorusu şeklinde dile getirilen bu terkibi hüküm aslında “Ahd-i Misak” veya “Bezm-i Elest” ile de doğrudan ilşkili olduğu sözkonusudur. İBDA Mimarı’nın “Ölüm Odası” isimli eserinde “Leys” kelimesi üzerinde niçin sıkça durulduğu buradan anlamak mümkündür. Takip edelim: “Leys: Sinek avlayan örümcek. Arslan. “Hakîm”… Leys: Adem, yokluk. Gaflet. Bahadırlık, kahramanlık. Yük çekici olmak… Leyse: Olumsuzlama… Hadîs: Söz odur ki, Lebid’in söylediği; Allah’tan başka herşey bâtıl… Bu hakikate nisbetle, kulun yokluğa bulanması, “var ama yok, yok ama var”, gibi-dir; velinin aradığı ve sığındığı gaflet de bu soydandır, nefsin esnediği soydan değil.” (https://www.barandergisi.net/olum-odasi-byedi-hikemiyat-254)

 

Denilebilir ki, “Ben Kimim?” istifhamı, İBDA Mimarı tarafından örgüleştirilen “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminde, “Mutlak Varlık” olan Allah’a ulaşmada “Bulamamacasına aramak” manasına, “ruh ve aklın seyr-i sülükü”ne, diğer bir ifadeyle de insanoğlunun varlıklar alemindeki “kesiksiz oluş seyri”ne de işaret etmektedir. Yine denilebilir ki, insanoğlunun varlıklar alemindeki “kesiksiz oluş seyri” veya “ruh ve aklın seyr-i sülükü”nde “Her şey O değil, O’ndandır; bu manada O’dur.” terkibi hükmü, bu mevzuda temel referans niteliğindedir. Bu terkibi hükmün teşekkülünde “Her şey O’dur” hükmü üzerinden hareket eden ve “Varlığın Birliği” manasına “Vahdet-i Vücûd” ve “Her şey O değil, O’ndandır” hükmü üzerinden hareket eden ve “Görünüşlerin Birliği” manasına “Vahdet-i Şuhud” ruh ve anlayış sistemleri çok, ama çok önemli bir misyon üstlenmektedir. “Rabbani mizaç üzerinden İbni Arabi Hazretlerine sarkmak” ameliyesi üzerinden hareket ettiğini ifade eden İBDA Mimarı bu mevzuyu, “Vahid-i Kıyas” kavramı ile vuzuha kavuşturmaktadır. “Mukayese unsuru” veya “ölçek” manasına da gelen “Vahid-i Kıyas”, “insanın farazi benlik hissi ile sahiplendiği cüzi ilim, irade ve kudret gibi vasıtalarla Allah’ın külli sıfatlarını bilmesi ve kıyaslaması” manasınadır. (https://sorularlarisale.com/vahid-i-kiyasi-mana-yi-ismi-mana-yi-harfi-alet-i-inkisaf-kavramlarini-izah-eder-misiniz). Bu çerçeveden bakıldığında, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, “Vahdet-i Kusud” tevhidî ruh ve anlayış sistemi ile de çok yakından ilişkili görünmektedir. Evet, “Niyet, İdrak ve İrade Birliği” manasını mündemiç “Vahdet-i Kusud” ile “Her şey O değil, O’ndandır; bu manada O’dur.” terkibi hükmü üzerinden anlam kazanan “Yürüyen Büyük Doğu: İBD” ruh ve fikir sistemi büyük ölçüde örtüşmektedir. Denilebilir ki, “Niyet, İdrak ve İrade Birliği” üzerine bina edilen “Vahdet-i Kusud” ruh ve anlayış sistemi, “Vahdet-i Vücûd” ve devamı hâlinde “Vahdet-i Şuhud” ruh ve anlayış sistemlerinin de bir nevi tohumu mahiyetindedir.

 

Vahid-i Kıyasi: Bir şeyin miktarını ve sair hususiyetlerini ölçmek için kendi cinsinden değişmez olarak tayin edilen parça veya miktar. Mesela uzunluğun vahid-i kıyasisi metredir. Hava tazyiklerinin ve sıcaklıklarınki de derecedir.  

 

Ölçek ve terazi veya baskül arasındaki nüans farkı üzerinden söyleyeceklerimizi daha bir derinleştirmek icab ederse o da şu: Terazi veya baskül, bir cismin üzerindeki yerçekimi etkisinden yararlanarak, o cismin kütlesinin belirlenmesinde kullanılan bir ölçüm cihazıdır. Ölçek ise, birim olarak kabul edilmiş olan herhangi bir şeyin alabildiği kadar ölçü olarak belirir. Tahıl ölçmekte kullanılan kap veya kile bu mevzuda güzel bir misaldir.  Ölçek “ilkel”, daha doğrusu “kadim terazi” olarak da değerlendirilebilir. Terazi ile, özellikle de “adalet terazisi” ile karşılaştırmak gerekirse, ölçek; mesela “terazi iplerini kendinde toplayan halka” manasını mündemiç olarak, terazinin verdiği değeri doğrudan vermektedir. “Vahid-i Kıyasi”, “adalet terazisi” manasını verecek şekilde bir “kıyas” unsuruna, diğer bir ifadeyle de “ölçek” aletine işaret ediyor görünmektedir. Böyle bir aletin tahıl ölçmedeki kap veya kile olarak belirmesi, yani “suret mananın aynıdır” hükmü üzerinden “kutsal kase” tedaisi ile de doğrudan ilişkili olarak, ayrıca “zevken idrak” mevzu ile de ilgili! 

 

“Vahdet-i Kusud”, cüzi iradenin külli iradenin muradına denk bir noktada tecellisine şahidlik etmek manasınadır. Bu durum, kulun muradının Allah’ın muradına denk düşmesi manasını da mündemiçtir. Bu mevzuun lübbü, “Hadis-i Kutsi” ile mutlak mânâda mühürlenmiştir.

 

Hz. Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyorlar:

 

“Allah Resûlü buyurdular ki:

 

“Allah Teâla Hazretleri şöyle ferman buyurdu:

 

“Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse, ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (aynî veya kifaye) şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mümin kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem.” (Buhârî, Rikak 38.) (http://riyazussalihin.com)

 

Ebu Hüreyre Hazretleri (r.a) tarafından rivayet edilen bu Hadîs-i Şerif yüzüsuyu hürmetine bizzat Hazret-i Ebu Hüreyre (r.a) üzerinde kısacık da olsa durmayı gerekli görüyorum. Bunun niçini, mevzuun muhtevasında saklı! Şöyle ki; Müslüman olmadan önceki adı Abdüşems olan ve Müslüman olduktan sonra Abdurrahman adını alan Ebu Hüreyre Hazretleri (r.a) birgün elbisesinin içinde bir kedi götürüyorlardı. Kendisini bu halde gören Allah Resûlü:

 

- “O nedir?” diye sordu.

 

Ebû Hüreyre:

- “Kedi”, diye cevap verdi.

 

Bunun üzerine Allah Resûlü ona “Kedicik babası” anlamında:

- “Ebû Hüreyre!” diye takıldı.

 

Allah Resûülü’nün yakıştırması üzerine Hazret-i Ebu Hureyre’nin ta ki ölenen kadar sürdürdüğü ve kıyameye kadar da sürmesine yol verdiği asil ve yüce tavrı, “Suret mânânın aynıdır” hükmünü ne de güzel yansıtıyor. Takip edelim:

 

Allah Resûlü’nün “Kedicik babası” yakıştırmasından sonra Hazret-i Ebu Hüreyre (r.a) bu künye ile tanındı ve asıl adı da unutuldu. Ebu Hüreyre Hazretleri (r.a), kendisine Allah Resûlü’nün verdiği bu künye ile hitâp edilmesinden pek hoşlanırdı. “Siyer-i Nebi” çerçevesinde bir bilgi vermek icab ederse o da şu: Ebû Hüreyre Hazretleri hicretin yedinci yılında müslüman oldu. Mescid-i Nebevî’nin sofasında yatıp kalkan ve kendilerine Ashâb-ı Suffe denen fakir müslümanlardan biriydi. Onun bu hâli, tasavvuf ıstılahında yüce bir mânâ olarak beliren “Melamî mizaç” ile ne kadar da uyumlu, öyle değil mi?! Hazret-i Ebu Hüreyre (r.a) gece gündüz Allah Resûlü’nden ayrılmaz, ondan duyduğu hadisleri öğrenmeye çalışan birisi olarak göründü. Allah Resûlü’nün hayatının son üç senesinde bizzat kendisinden ve diğer büyük sahâbîlerden duyduğu mükerrerleriyle birlikte 5374 hadîs-i şerîf rivayet etmiş olması hiç de boşuna değildir. Böylece ashâb-ı kirâmdan en çok hadis rivayet eden de o olmuştur. Rivayetlerinin 609 tanesi hem Buhârî’ nin, hem de Müslim’in Sahîh’leri arasında bulunmaktadır. Kendisine pek çok hadis rivayet ettiğini söyleyenlere vermiş oldukları cevap, bütün herşeyi bütün çıplaklığıyla açıklamaktadır:

 

- “Muhâcirînden olan kardeşlerimizi ticaretleri ve çarşılarda olan alış verişleri, ensardan olan kardeşlerimizi ziraatları ve hurmalıkları meşgul ederdi. Ben ise karın tokluğuna Allah Resûlü’nden ayrılmaz, onların bulunmadıkları zamanlarda Allah Resûlü’nün yanında bulunur ve onların ezberlemediklerini ezberlerdim”, cevabını vermiştir.

 

Ebû Hüreyre’den 800’den fazla sahâbî ve tâbiîn hadis rivayet etmiştir. Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında bir müddet Bahreyn valiliği yapmış, sonra da hiçbir idârî görev kabul etmeyerek Medîne-i Münevvere’de yaşamıştır. Hicretin 59. yılında Medine’de 78 yaşında iken Allah’ın rahmetine kavuşmuştur. Allah ondan ebeden razı olsun ve şefaatlerine nail eylesin. Amin, amin, amin!

 

Sıradışı bir not: “Ebu Hüreyre”, yani “Kedicik babası”… Senner kelimesi üzerinden lügatta kedi, “ulu kişi” manasınadır. Bir zevk hâlinde söylemek gerekir ki, kedi ile fare arasındaki ilişkide “murakabe”de ve yine kedi ile köpek arasındaki ilişkide, yani “kavga veya savaş”ta ortaya çıkan manzara, çok dikkati şayan bir durumdur. Fare’nin “ışık, nur ve ziya” manası yanında köpeğin “sadakat” üzerinden “sadık”, dolayısıyla da “nefs” mânâları dikkate alındığında, mevzu daha bir derinlik kazanmaktadır. Bu ayrı bir dava. Aslında mevzuyu şuraya getirmek ve bağlamak istiyorum. İBDA Mimarı’nın kedi sevgisi ve yine İBDA Mimarı’nın “Ölüm Odası” isimli eserinin son ve som yazısı halinde, “Konuşan Kedi” mevzuu, çok, ama çok ibreti şayan bir durumdur! Çünkü kedi, herşeyi Allah’tan bildiğini gösteren tavır ve edasıyla madde ve mânâ itibariyle de “Berzah” hakikatiyle çok yakından ilişkili görünmektedir. İBDA Mimarı’nın şahsında tecelli eden “Berzah” hakikati, bütün her yerde ve her şeyde hazır ve nazır!

 

İBDA Mimarı’ndan: “Âlemin aslı olan fiiller ve işler, bir sıfatı da FA’AL olan Allah’ın fiillerinin gölgesidir. Eser, fiilin infialinden meydana gelir; aksetmesinden… FAAL: Kerem. İhsan… Fi’l: Fiil. Fer’. Kusut, bir şeyi kısımlara ayırmak. Amel. Işık. Bir aslın neticesi. Külsüm, gülsüm, yuvarlak yüzlü. Pîl…” (https://www.barandergisi.net/olum-odasi-byedi-hatt-sirri-133)

 

Kasd, maksad, murad, kasıd, iktisad, taksim vesaire tedai zinciri bir yana, kusut veya bir şeyi kısımlara ayırmak… “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi’nin temel vasıflarından biri de, parça parça etmek, herkese hakkını teslim etmek ve tabiiki de kari sahibine ait olmak üzere sermaye vermek şeklindedir… İBDA Mimarı, Efendi Hazretleri’nin “faal eli” veya “uzayan gölgesi” keyfiyetini haiz olmakla birlikte, “Vahdet-i Kusud” tevhidî ruh ve anlayış sisteminin de yeni zaman ve mekandaki yegane temsilcisidir, denilebilir. Bu mevzu üzerinde ayrı bir oturumda etraflıca durmak mümkün olacaktır.

 

Bir Müslümana dünya hayatında iki önemli yol sunulmuştur. Bunlardan biri, “Velilik Makamı”na delalet eden “Ölmeden Ölmek Sırrı Ermek”, diğer ise “Şehidlik Makamı”na delalet eden “Ölüpte Ölmemek Sırrına Ermek” mânâsına “Şahidlik”tir. Birincisi “Büyük Cihad” manasına “Kâfir Nefs İle Mücadele”, ikincisi ise “Küçük Cihad” manasına nefsin mücessemleşmiş hali olarak da beliren bizzat “Küffar, Kafir veya Allah Düşmanı” ile savaşmak şeklindedir… “Ölmeden Ölmek Sırrı” aslında “Nefsin Fedası”nı önceleyen olarak, “Ölümlü Dünyaya Gelmeden Evvelki Ruhlar Alemine Dönmek” manasınadır. Bunun “Bezm-i Elest” veya “Ahd-i Misak” ile de ilgisi çok barizdir. “Ölüpte Ölmemek Sırrı” ise, “suret mananın aynıdır” hükmünün cari olduğunu gösteren olarak, yani “Bedenin Fedası”nı önceleyen olarak, aslında yine “Bezm-i Elest” veya “Ahd-i Misak” ile de doğrudan ilişkili olduğu sözkonusudur. Her iki durum, bir Müslüman açısından “Gerekli olan” olarak anlam kazanmaktadır. Yani “Ya Şehid, ya Gazi!” olmak durumları!.. Kıyamet öncesi zaman ve mekana uyarlamak icab ettiğinde ise bu durum, “son durum som oturum”un cümle kapısı hâlinde, “Ya Şahid, ya Gazze!” durumlarını tedai ettirmektedir.

 

Allah’ın 99 ismi, Esmâ-i Hüsnâ’sından biri de Mübdi’dir. Sözlükte “bir işe başlamak, bir işi diğerlerinden önce yapmak; yaratmak” mânalarındaki bed’ kökünün “yaratmak” anlamındaki ibdâ’ masdarından türemiş bir sıfat olan mübdi’ “modeli ve örneği olmaksızın ibtidâen yaratan” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “bdʾe” md.). Râgıb el-İsfahânî, mübdi’ ile onun alternatifini teşkil eden muîde “nesne ve olayların başlangıç ve bitiminde sebep fonksiyonu icra eden varlık” mânasını vermiştir (el-Müfredât, “bdʾe” md.). Bu durumda İsfahânî bitimi ikinci var oluşun başlangıcı saymıştır (krş. Lisânü’l-ʿArab, “ʿavd [eʿâde]” md.). Allah’a nisbet edilen bed’ veya ibdâ’ kavramı Kur’ân-ı Kerîm’de yer aldığı âyetlerin çoğunda ve doksan dokuz esmâ-i hüsnâ listesinde muîd isminin masdar olan iâde kavramıyla birlikte kullanılmıştır. Sözlükte “geri dönmek” mânasındaki avd (avdet) kökünün “tekrar etmek, ikinci defa başlamak” anlamına gelen iâde kalıbından türemiş bir sıfat olan muîd “tekrar eden” demektir. Zât-ı ilâhiyyeye nisbet edildiğinde “yaratmayı tekrarlayan, tekrar yaratan” mânasını taşır (a.g.e., a.y.).

Tam da bu noktada, nazirenin şahikasına delalet eden mesela Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın “Sakarya Türküsü” ve İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Yeşil Irmak” isimli şiirleri arasındaki geçişkenlikler veya ilişkiler yumağı çok, ama çok dikkati şayandır:

 

“Sakarya Türküsü”nden:

“Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;

Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!

Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;

Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?

Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;

Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?

 

“Yeşil Irmak” şiirinden son ve som beyt:

“-‘Selam size akıncı!'-'Size selam!' iâde

Doğruyu Allah bilir bizce tamadır vâde”

Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın “Bir Adam Yaratmak” piyesindeki kahramana söylettirdiği, “Yaratmak neymiş, yaratmaya kalkışınca anladım” sözünü hatırlamanın ve de hatırlatmanın tam yeri.

 

“Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, “Vahdet-i Vücud” ve “Vahdet-i Şuhud” arasında “Vahid-i Kıyas” keyfiyetini haiz bir noktada konuşlanmıştır. Bu mevzu İBDA külliyatında İBDA Mimarı tarafından sıkça dile getirilmektedir. Bu mevzuun temelinde, yeni zaman ve mekana bakan yönü itibariyle, “Yeni nizam yeni insan” teklif edilmiş olması çok dikkati şayandır. Bu durum, “son durum som oturum” şeklinde değerlendirilirse yeridir. “Som durum”a bağlı olarak “som oturum”, yeni ilim ve fikir ekollerinin başlangıcına işaret ettiği pekala söylenebilir. Bilindiği üzere, İslam nizamı, “Aslolan şeriattır temel ölçüsü” üzerinden anlam kazanmaktadır. “Yaşayan İslam” mefhumu üzerinden bu mevzu, süreç içerisinde, “Parça bütünün habercisidir” temel şiarına da sımsıkı bağlı olarak, mesela “Bütünün parçalara ayrılarak incelenmesi veya idrak edilmesi” manasına, mesela Tesfir, Hadîs, Hadîs Usulu, Akaid, ki itikat ve amelde iki veçhesiyle kendisini göstermektedir ki bunlar, itikat ve amelde halihazıra dahil edilen malum mezhepleri de doğurmuştur ki bunlar da mesela itikatta Maturdi ve Eşari, amelde ise dört büyük ve halihazırda takibçisi bulunan Hak mezhepler halinde Hanefi, Maliki, Şafi ve Hanbeli şeklindedir. İslamî ilimler olarak da kayda geçen bu silsilenin ruh ve fikir boyutuna karşılık gelen bir de Tasavvuf boyutu vardır ki bu da, mesela Zühd ve Takva ehli üzerinden, ki bu da Allah Resûlü’nün batınına veraset edenler olarak da kayıt altına alınmıştır. Böyle bir kayıt, süreç içerisinde, Tevhidi ruh ve fikir veya duygu ve düşünce sistemlerini de doğurmuştur ki bunlar da, başlangıçta “Vahdet-i Kusud”, sonrasında “Vahdet-i Vücud” ve en nihayet “Vahdet-i Şuhud” olarak da belirmişlerdir. “Yaşayan İslam” dolayısıyla da “Yürüyen İslam” çerçevesinde bir değerlendirme yapmak icab ettiğinde ise, temelde hem Zahir (Şeriat) ve hem de Batın (Tasavvuf) veçhesiyle iki yönlü ilerleyen bir süreç halinde yürütüldüğüne şahidlik sözkonusudur. “Aslolan Şeriattir” çerçevesi baki olmak üzere, Şeriate sımsıkı bağlı olarak beliren Tasavvuf ve sonrasında, Tarikat ekolleri çok önemli fonksiyonlar üstlendiler.  Demek ki, ilim ve fikir dünyasında, mesela Zahirde “Edille-i Şeriyye”, yani Kur’an, Sünnet, İcma-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha, Tasavvuf, yani ruh ve fikir sistemleri dünyasında ise “Vahdaniyyet Düşüncesi” şeklinde anlam kazanan “Kusud”, “Vücud” ve “Şuhud” ekollerinin son ve som hali olarak anlam kazanan “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi, kendisini “Vahid-i Kıyasi” kavramı üzerinden izah etmektedir. Nasıl ki zâhirde, yani Şeriat ile vücud bulan Edille-i Şeriyye ve sonrasında her biri kendi içinde birer ilim olmak veçhesiyle anlam kazanan ilim dalları kültür ve medeniyet halkasını oluşturdu, aynı şekilde, bâtında, yani Tasavvuf ile vücud bulan “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi ve sonrasında, yine her biri kendi içinde birer ilim olmak veçhesiyle anlam kazanacak olan ilim dalları, yeni kültür ve medeniyetimizin de halkasını oluşturacaklardır. Bu ilim dalları arasında, “her an değişen ve gelişen şartlar muvacehesinde insana kendini empoze eden”, diğer bir ifadeyle de “insan ve toplum meselelerinin halli”ne dair ve “mevzuuyla kayıtlı mahalli idrak” cümlesinden olarak, “insanî verim şubelerinden bir şübe” olarak anlam kazanan hemen herşeydir. Herkesin ve de her kesimin emeğini gerekli kılmak ve tüm müslümanları çarklının birer unsuru kılmak vazifesi, Mehdiyyetin mevzuunun da başlıca vazifesi olsa gerektir! Mehdî beklentisi içerisinde olanlara geçmiş olsun!

 

Biraz uzunca ama takip edelim ve “Ölüm Odası”nın son ve som yazı başlığı hâlinde “Konuşan Kedi”nin ne mânâ ifade ettiğine birazcık olsun şahidlik edelim:

 

“DİN, malûm mânâda İslâm ve diğerleri genişliğinden, âleme bakışta bir esas vazeden “usûl ve yol” mânâsına bütün görüşleri kapsar; yâni, hakikat binası herkesin kendi anlayışıncadır ve yalan ona aykırı olandır. “Dünya yalan”; yalan, sadece “doğru olmayan” değil, aslına-özüne nisbetle “geçici” veya bu öze nisbetle “gölge” için de kullanılabilir. Asıl olmayıp da, ona benzer için de. Hakikat binasının çöküşünden bahis, asıla-öze nisbetle, hangi basamaktadır; bu sual, hakikat anlayışının değişik görüşler açısından mevzi örtüşmeleriyle, ayrı ayrı cevablara mevzu olur. Meselâ, dünyanın “yalan” ve herkesin hakikatinin kendine aziz olması, “yalan içinde yalan”ın olamayacağı hususunu da kabulle, aynı lâfzı söyletebilir. Kasdın ne olduğu meselesi başka, bu çerçevede bir müştereklik de sözkonusu olabilir. Her basamakta ona mahsus hakikat tartışılarak herkes kendi aslına doğru ilerlerse, “yalan içinde olamayacak olan yalan”ın ne olduğu hususu da ortaya çıkar. Yine mi müşterek lâfız? O, kendinden sonraki hangi hakikat kutbuna bağlıdır problemi doğar… Neticede, herkesin kendine göre bütünleşmiş veya bütün olması gerekmez anlayışının ürünü, ortaya konmuş izâhlar. Bizim için: “Yarabbi, bana eşyanın hakikatini olduğu gibi göster!”… İlk önce “irfan kıvamına” gelmek, bilmeyi bilici duruma gelmek yeterliliğini gerektiren durum, ilk şart hâlinde görünüyor; gerisi kar topunun yuvarlanışı gibi gider. İmân da böyle değil mi? Tamamlanacak kader belirliliği bakımından artıp eksilmez kabul edilen kader, insanda amel mevzuu içinde ele alınınca, artıp eksilir. Netice olarak ikisi bir olsa da, hedefinin artıp eksilici olmaması bakımından giderek “imân birdir”, bu “birliğin birliğe tecellisi” hâlinde “bütün nefslerin tek bir nefs olması” hadîsiyle de sabittir; diğer taraftan her nefsin bir hakikati olması yönünden ve aksiyon anlamıyla ayrı ayrıdır… İrfan kıvamına erdik; bundan sonra, erdikçe ermek, usûlü de “nerede esere, nerede müessire bakacağını bilmek”, neyin neye nisbetle eser ve neyin neye nisbetle müessir olduğunu farketmek… Giderek, eserde veya müessirde derinleşmek kutubları… Neticede bu kutublar da, “bunu bilmekle onu bilmiş olmak” şeklinde, bir mizaç hususiyetine bağlı usûllerdir… Dünyanın Yalan Olması: Bu, “geçicilik” rolüyle zaten her Müslüman tarafından, Nasslarla bilinen bir sabit… AHİRET dünyası var… Bu müşterekliğe nisbetle, “varlık-bilgi” aynı, bildikçe Hakkı nefsinde bilmek ve ötesi HAK, gölgenin mahiyetinin asılla var olması bakımından da ASLIN GÖLGESİ bilmek şeklinde, biri “herşey O’dur”, “Öbürü herşey O’ndandır” farkıyla aynıdır… Eşyanın hakikati, –dünya ve varlıklarıyla”, üste doğru toplana toplana eseri dünyada bir terk belirtirken, birinde “teşbih için tecrid”, diğerinde ise “tecrid için teşbih” usûlü gereği, Allah’tan gayrını O’ndan olduğu için –mahiyeti şöyle veya böyle– bir varlık olarak bilmek de, Allah’tan gayrını “O değil O’ndan” bir GÖLGE –mahiyeti asılla var olan bir vehim– bilmek farkı… Birinde, “Varlık O” derken, zaten varlığı yelde, öbürü “Varlık’tan sana ne gelirse yokluğa sal” derken, hep VEHİM –hayret, bir GÖLGE’de; aradaki başlıca fark, birincisinden küfre kaymada kıl mesafe ve küfrün doğrudan doğruya ifâdesini bulmuşçasına sahibleneceği– “Ben Hakkım!” başlıca misâli… Dünya bir yalan: Sahiciden bir misâl, bir hayâl, doğruya veya yanlışa, kendinden başlayarak bir mevzu, bir âlet… Hakk’ı bulduran, yahud karartan bir delil… Deniz duruldumu dalga yalandır; dalga denizdendir, denizdir, var biraz da sen oyalandır. DÜNYA!”

Tilavet: Okumak. Takib etmek. Arkasına düşmek. (Malûm: Allah Sevgilisi’ne ilk VAHY, Hira Dağı’ndaki bir MAĞARA’da gelmiştir. “İKRA-OKU” emriyle başlayan. Âyet olarak Kur’ân’ın ilk inen kısmı, İKRA diye de bilinen ALAK Sûresi’ne âittir. İLK SÛRE de FATİHA… ALAK Sûresi’nin son âyetinde SECDE emredilmiştir. SECDE, canlılıkta BİTKİ’nin durumuna, BİTKİ ona teşbih edilmiştir. Toprağı hatırla. Secde kime? Beden ve can bir arada geldik, ruh ve beden bir arada, dönüş, HAKK’a: SECDE… Hak, nefsimizin istihkakıdır; kul yönü… İKRA: Kiraya vermek… Kula emanet verilenin kullanılışından doğanın, Allah’a iadesi; misliyle özleşmiş olarak almak üzere. HAKK’tan. İnsanın ALNI, alınyazısına: İTAAT. Peşine düşülecek olan Allah’tır; şuurlu olarak, iradenle itaat etmezsen, O seni sürükler. Ey kul, budur ALINYAZIN! “Namaz dinin direğidir” ve “SECDE müminin miracı”; KIYAM - RÜKÛ - SECDE, “ruh, can, berzah”.): 837.

 

Şevkistan: Dikenlik. Şevk - mekânı. (Dikeni, bitkinin meyvesi-ürünü diye anlayın; nefsi incitirken, ruhu güldüren): 836.

Tezkit: Doldurmak: 837= 1836.

Hâl-dar: Benli, benekli. Hâl sâhibi, hâlden anlar: 836.

Nüfuz: İçine alan. Vücudundan işleyip geçmek. Sözü geçer olmak: 836.

 

ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU: BERZAH

 
Dımne: Koltuk. Her nesnenin arası. (Dimne: Tilki-Gönül. Işık. Genç kadın. Takva. İhsan. Evin kapısı. Kalbin aynası.): 890.

İftitah: Açmak, başlamak, fethetmek, zaptetmek. (Salih Aleyhisselâm’da tecelli eden FÜTUHÎ hikmeti hatırla.): 890.

Harif: Son Bahar. Meyve devşirme mevsimi. (Rebi-ül Evvel: İLK Bahar: 329: Bizişk-Hekim, doktor: Mefrat-Çok büyük: Mihfar-Kazma… Kırzin-Kazma: 278: Arvasî… Rebi-ül Sani: İkinci Bahar. SON Bahar: 843: İmza: Dabgam-Aslan: Mahrec-Ses ve harflerin çıktığı yer. Hususî bir meslek veya adam yetiştirmek için daire. Dahilde çıkarılan mahsul için, hariç memlekette bulunan mahâl: Mürtecir-Kişnemesi güzel at. Sahil. Kusto… Rebi-ül Ahir-SON Bahar: 1114: Candane-Beyin: Hakka-Kıyamet günü… Tammat-Kıyamet: 451: Salih Mirzabeyoğlu.): 890.

ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU, mürid olarak kabul edilmiş olmam ilgisi içinde, yaptırmam gerek bir KOLTUK, rüyâda böyle bildirildi… RÜYÂ: HAYÂL… Benim ne olduğum, beklenen olarak bellidir: FİKİR Kahramanı… Rüyâda sözü geçen SURET de, hecelenmesi gereken bir mânâ, doldurulması gereken bir keyfiyet - keyfiyetle doldurulması gereken… Şu bellidir: Seyyid Abdülhakîm Arvasî, Üstadım ve ben… Bu çerçevede, bâtın ve zâhire doğru bir tecrid… Bir veli şöyle buyuruyor: “Cahil insan, YARIN olsa da, bir iş işlesem der; bilmez ki BUGÜN, dünün yarınıdır!”… Tekâmül, hep SON’a yorulan bir mânâdır; ekseriyetle… Oysa, SON’a doğru azalış ve eksilişlere dair misâlleri hatırlarsak, KEMÂL meselesinde, İLK ve SON, yer değiştirmek gerekir… HAYÂL, “var, yok, mefhum, ihtimâl” ne varsa, hepsini kuşatan ve bu hâliyle de VAHDET’i sağlayan bir hakikat… RUH ve HAYÂL, kaderlerinde aynılaşıyor: Ama İNSAN aksiyonu ve varlık mertebeleri-bilgi dereceleri sözkonusu olunca, hayâl, HAKİKAT olarak bütün varlığı kuşatırken, varlığa muhatab insanda, RUHUN MELEKESİ oluyor… Zaman, GEÇMİŞ buuduyla hafızadan hayâle mevzu: GEÇMİŞ, ŞİMDİ’de demek değil mi? Hatırlanamayanı da beraber. İSTİKBÂL, zanna dayanıyor, tahmine. İSTİKBÂL, ŞİMDİ’de değil mi? Geçmişle geleceği şimdide toplayan BİR, doğrudan tecride mevzu ve kendiyle tecrid hâlinde HAYÂL değil mi? Netice olarak: İSTİKBÂL İSLÂM’INDIR… Bugün dünün yarınıdır, yarına nisbetle de ŞİMDİ, yarın olacak olandır… “Allah OL der ve OLUR”; “Ol” ve “Olur” arasında, ifâde ederken bir öncelik sonralık vardır - ifâdenin doğurduğu zaruret: Yoksa OL ve OLUR aynı ândır. Allah’ın bir ismi, MÜBDİ’: Benzersiz yaratıcı, vasıtasız icâd edici… Varlığa çıkışta görünen sıra, izâfidir; bazen sebeb neticeyi kendine bağlı gösterir, bazen netice sebebi kendine bağlar… Bunun da böyle olması gerekiyor: Allah Sevgilisi, topyekün varlıkta her mânâya kaimken, her varlıkta gayelilik bakımından toplanılan son nokta. İLK ve SON O; varlık serüveninde… Unutmayalım: Netice olarak, ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU, Üstadım’ın bir YEVMİYE bahsinde söylediğini tercüme edeyim, “HALÂ’da olmayacak mıdır? … Ağaç, çekirdeğin istidadıdır, neticesidir, bütün görünüşleriyle ona delil olan; ve bu mânâsıyla, onun varlık sebebi ağaçtır - “Amellere neticelerine göre hükmolunur” buyurulmuştur bir Hadîs’te… Şu sebeb, bu netice filân demiyorum: Bir ağaçta KÖK - GÖVDE - DAL - YAPRAK ve YEMİŞ, elbette bu ayırım intibalarına mevzudur, ama hiçbiri cetvelle birbirinden ayrılır gibi bir mustakiliyet içinde değildirler… Yere düşen ve ayrı kök salan çekirdek bile, ağaçtan olup da o ağaç olmayan bir varlık belirtir… MEHDÎ davasını böyle anla… Zâhirde tesiri olan işlerin, bâtına işleyişini de… Bu yüzden, AHİR-SON mânâsını şimdide, geçmişi şimdi ve istikbâlde görünce, şaşırma… Üstadım’dan bir mısra: “Zaman korkunç daire, ilk ve son nokta nerde?”

https://www.barandergisi.net/olum-odasi-byedi-yevmiye-gunluk-61

Son ve som cümle: “DERVİŞ MUHAMMED-Vahid-i Kıyas: 612: SEHEL YAŞAR-İbranice, “Müşterek akıl, kolektif şuur”… İHVE-Kardeş, arkadaş: 612: ÖTÜR-Karaçay Malkar dilinde, “Delmek, derinleşmek”. Her ilim bir marifettir, her marifet bir ilim! (