Karanlık Mod
Image
Logo
BÜYÜK DOĞU MİMARI'NIN

BÜYÜK DOĞU MİMARI'NIN "ÇİLE"SİNDEN: "Açıl susam, açıl; açıldı kapı!/ Atlas sedirinde Mâverâ Dede""

 

Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın “Çile” isimli şiirinden:

“Açıl susam, açıl! Açıldı kapı;

Atlas sedirinde Mâverâ Dede.”

Mevzu başlığımız bu!..

Peki, bu ne demek şimdi?..

Ne demekse o!..

Başlığa uygun derin ve içten bir serzenişte bulunarak mevzuya bir giriş yapalım…

Hemen herkesin bildiği bir deyim.

Çok eski bir deyim.

Lâkin yeni neslin çok uzağında olduğu bir deyim.

Geçim zorluğuna işaret ediyor:

“Ekmek aslanın ağzında”…

Bu deyimin ilim ve fikir dünyasında, “bilgi aslanın ağzında”, şeklinde bir kullanım şekli de var ki, biz daha ziyade bunun üzerinden yol alacağız!

Şimdi…

Bunca bilgi kirliliğinin olduğu bir zaman ve mekânda, dahası, sahici bilginin adeta gökyüzüne çekildiği bir zaman ve mekânda, sözkonusu deyime nisbetle sahici bir bilgiye ulaşmak nasıl mümkün olacak?..

Hele hele,

İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun,

“Bilgi aslanın ağzında değil artık, midesinde” sözü üzerinden bu nasıl mümkün olacak?

 Yeni nesil z kuşak denilen zort kuşak ve eski fosil denilen mort kuşak tipitipleri, gökyüzü ve yeryüzü helalleşmesi neticesinde kan ve gözyaşı eşliğinde servis edilen sahici bilgi karşısında su aygırı gibi ağzı açık bir şekilde beklemektedir.

Adeta, bilgi midesinin en güzide yerine yerleştirilsin diye bekliyor.

Bu ne iptidaî bir durum! Bu ne rezil bir manzara!

İBDA külliyatında sıkça yer verilen bir terkibi hüküm var. Ve ne kadar çok tekrar edilse yine de azdır. O da şu (meâlen):

“Her şey bilinebilir, ama “gerekli olan” bilinmedikten sonra hiçbir kıymeti yok”

“Gerekli olan” bilgi.. kimin umurunda acaba?!

Peki, “gerekli olan” bilgi kimin ukdesinde? Ve habercisi kim?!..

Bu soru bir istifham sorusu olarak algılanabilir.

Böyle algılanırsa eğer, hiçbir sorun yok demektir. Ancak;

Yok eğer, cevabı verilmesi gereken bir soru olarak algılanacaksa eğer, işte o zaman, ağzı laf yapan hemen herkesin bir şekilde cevap vermesi gereken bir soru olarak karşımıza çıkar.

Cevap verilsin ki, bizde bilelim ve ona göre şekil alalım!

Şekil alalım ki, şeklimiz görünsün! Öyle değil mi?

Hiç kıvırmadan söyleyelim: “Gerekli olan” bilginin “mutlak” olma ihtimali yoktur.

Çünkü, Allah ve Resûlü’nün bildirdiği, öğrettiği ve gösterdiğinden başka hiçbir bilgi, görgü, kültür, irfan ve idrak “mutlak” olma vasfını haiz değildir.

“Mutlak bilgi”, mutlak olma vasfının bir tezahürüdür ve insan, “mutlak” değil!

“Mutlak” olan sadece Allah Azze ve Celle’dir.

“Mutlak” olmak mümkün olmadığına göre, “mutlak fikrin gerekliliği” bahsi, ihtimalden öte kat’i bir bilgi olarak anlam kazanır.

Hal böyle olunca da, “gerekli olan” denile şey, “mutlak fikir”e göre “gerekli olan” olarak anlam kazanır. Gerisi teferruat!

 Burada kısa bir çözümleme yapmak gerekiyor.

Ama çözümleme yapmadan evvel, “gerekli olan”ı bir “hakikat” olarak kabul edelim ve hemencecik sorusunu da soralım. Ama ondan evvel şu şekil bir izah yapalım:

“Zaman bir bütündür.” Çünkü, “her an bir şe’nde olan” Allah’ın Dehr ismine nisbetle zaman, bölünme kabul etmez.  Bundan dolayıdır ki zaman, “an”da tecelli eder, denilmiştir. Ve yine bundan dolayıdır ki “her an değişen ve gelişen eşya ve hadiseler” muvacehesinde “belirli zaman dilimleri”nden söz edilmiştir.

“Bütün zaman”ın tecelli ettiği “an”, bir yönüyle “şimdiki zaman”a da işaret eder. Bundan dolayıdır ki, “şimdi değilse ne zaman?” şeklinde bir istifham sorusu dahi gündeme gelmiştir.

Evet; “zaman bir bütündür” ve “bütün zaman içerisinde belirli zaman dilimleri mevcuttur.”

Şimdi soralım:

“Bütün zaman”da tecelli eden bir hakikat olduğu gibi, “belirli zaman dilimleri”nde de tecelli eden bir hakikat vardır ve bu hakikatler nedir ve kim veya kimlerde tecelli etmiştir?

Evet, “bütün zaman”da tecelli eden bir hakikat olduğu gibi, “belirli zaman dilimleri”nde de tecelli eden bir hakikat vardır ve bu “hakikatler”, hakikat olma özelliğinden dolayı, tektir. Yani her ne şart altında olursa olsun, “hakikat tektir.” Hakikatin “tek” olmasından ötürü, “hakikatler fertlerde tecelli ederler”, denilmiştir. Ve yine bundan dolayıdır ki, “herkesin hakikati kendine!” denilmiştir.

Uzatmayalım! Doğrudan mevzuya girelim. “Bütün zaman”da tecelli eden hakikat, Allah Resûlü’nde tecelli etmiştir.”

Bundan dolayıdır ki Allah Resûlü, “Hakikat-i Ferdiyye-Ferdin Hakikati” olarak tavsif edilmiştir.

Peki, “Bütün zaman” içerisinde yer alan “belirli zaman dilimleri”nde tecelli eden hakikatler nedir ve kim veya kimlerde tecelli etmiştir?

“Belirli zaman dilimleri”nde tecelli eden hakikatler, bizzat Allah tarafından seçilmiş kullarda tecelli etmiştir, ediyor. Bu kullar, Allah Resûlü’ne kadar ki zaman dilimlerinde “Peygamberler” olarak vücud bulmuştur. Allah Resûlü’nden sonraki zaman dilimlerinde ise, “Varisler” olarak kaydedilmişlerdir.

Mevzu anlaşılmıştır sanırım. “Gerekli olan” hakikatler, yani “belirli zaman dilimleri”nde tecelli eden hakikatler fertlerde tecellî etmiştir ve bu fertler, Allah Resûlü’nden evvel Peygamberler, Allah Resûlü’nden sonra ise Varisler olarak mühürlenmişlerdir. Şimdi soralım:

“İçinde yaşadığımız yeni zaman ve mekânda tecellî eden hakikat nedir ve bu hakikat kimde tecelli etmiştir?”

Bu sorunun cevabının verilemediği yerde hiç kimse, “zamanın hakkını vermek”ten söz edemez!  Değilmi ki, “zamanın hakkını verebildiğin kadar Müslümansın!” “Zamanın hakkını”nın verilemediği yerde orada sözkonusu olan şey “zaman dışı”lıktır. Öyle ya, “zaman şuura var” ve bunun şuurunda olunamadığı yerde insan keyfiyeti merkebe döner!

Aslında bu mevzu temelde bir “Mehdiyyet” mevzuudur. Diğer bir ifadeyle de “ontolojik zat” probleminin halli noktasında bir “Remz Şahsiyet” mevzuudur.

“Hidayete eren” ve hidayete vesile olan” mânâsına “Mehdiyyet” mevzuu halledilmedikçe, “kardeşler çalışıyor”, “kardeşler hizmet ediyor” edebiyatı, koca bir palavradan ibarettir. Nasıl ki “Bir” olmadan hiçbir sayı varlık alanına çıkamaz, -çünkü tüm sayılar “Bir”in kendi üzerine katlanışıdır-, yine aynı şekilde, “Mehdiyyet” mevzuu halledilmedikçe hiçbir hâl ve hareket “olması gereken” dairede veya çizgide değil demektir.

Demek ki, ilkin bilinmesi gereken şey, içinde yaşadığımız yeni zaman ve mekanda tecelli eden hakikat nedir ve bu hakikat kimde tecelli etmiştir sorusunun cevabını bulmaktır.

Şimdi bir düşünelim: Allah Resûlü başta olmak üzere, diğer peygamberlerde tecelli eden hakikat bilgisi nasıl zâhir oldu? Çok basit, meselâ Allah tarafından seçilen kul, “Ben Peygamberim!” dedi ve inanan inandı, inanmayan da inanmadı! Aynı şekilde, Varis olan da “Ben varisim!” dediğinde inanan inanacak, inanmayan da inanmayacak!

İBDA Mimarı’nın “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ifade kalıbını niçin mottolaştırdığını ve yine Üstad’ının yanına niçin hiç kimseyi yanaştırmadığını bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.

Yukarıda anlatılanların tüm kıymet hükmü, hiç şüphesiz ki, “Ey iman edenler, iman ediniz!”  “mutlak ölçü”sünde saklıdır. Diğer bir ifadeyle de, “Sünnet ve Cemaat Ehli”nde saklıdır.

“Sünnet ve Cemaat Ehli” olmanın temel şartı, “batının zâhire çıktığı bir zaman diliminde yaşıyoruz” müjdeli haberi üzerinden söylersek, “insanî verim şubeleri”ne dair tüm hareket kabiliyetlerinin “alta göre esas üste göre usûl” belirtmesidir. Nitekim “usûl olmadan vusûl olmaz!”

“Peşin fikir hikmeti” üzerinden söylemek gerekirse, içinde yaşadığımız yeni zaman ve mekânda tecellî eden mânâ veya hakikat, hiç şüphesiz ki “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesinde düğümlenmektedir. Çünkü kıyamet öncesi bir zaman diliminde yaşıyoruz ve Allah, ahir zaman ümmeti üzerinden Resûlü’ne vermiş olduğu “mutlak müjde”yi er ya da geç gerçekleştirecektir. Mutlak ölçü meâli:

“Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler istemesede!”

Ahir zaman ümmetinin sırtındaki en büyük yük veya yüce mânâ veya dava, sözkonusu olan “mutlak müjde”ye talip olmak ve bu “müjde”yi yüklenme iradesi göstermektir, denilebilir. Böyle bir yüke talip olmak, her müslüman açısından Allah ve Resûlü’ne inanmanın bir gereğidir. Muhakkak ki bu yüke talip olanlar arasından Allah, son ve som tevhidî ruh ve fikir sisteminin kurucu iradesini seçecektir. Buradan şu şekil bir çıkarsama yapmak sanırım yerinde olacaktır. “Ahir zaman ümmeti” arasından “er yürek nasipli” o dur ki, liyakat şartlarını haiz olduğunu göstermek adına, “İstikbâl İslaâmındır” “mutlak müjde”sine talip olduğunu bir şekilde meydan yerine taşırmakla mükellef! Bu çerçeveden olarak, İBDA Mimarı’nın şu sözü kime ne söyler:

“Şu benim yaptığımı keşke başka birisi yapsaydı da ben ona tabi olsaydım!”

Evet; Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın İBDA Mimarı’ndan “İstikbâl islamındır” “mutlak müjdesi”ni bir etüt çalışması olarak hazırlamasını talep etmesi bir yana, satır aralarında, meselâ “belki de seçilmişlerdensin!” sözünü söylemiş olmasını nasıl okumak icab edecektir? Demek istemem o ki, “seçilmiş olmak” veya “seçilmiş olmanın vasatı” neymiş görülmüş müdür acaba?

Denilebilir ki, halihazırda ahir zaman ümmeti açısından en büyük problem, “Ontolojik Zât” veya “Remz Şahsiyet” problemidir. Diğer bir ifadeyle de “Hilafet” ve “Halife” problemidir. Yine denilebilir ki, eski hâlin muhal olduğu, yeni kaal üzerinden yeni hâlin ise bir zorunluluk belirttiği bir zaman ve mekanda yaşıyoruz. Kanaatimce bu zorunluluk, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sisteminin teklif ettiği “Başyücelik Devleti” modeli üzerinden yerine getirilmiş olmaktadır. “Hilafet” ve “Halife” kavramlarının muadili olan “Başyücelik” ve “Başyüce” kavramları, doğrudan doğruya “Ontolojik Zat” veya “Remz Şahsiyet” problemini de kökten bir çözüme kavuşturmaktadır.

Umumi manzaranın resmi bu olduğuna göre, ulema ve ümera çerçevesinde anlam kazanan ister allame isterse amele olsun, hiç farketmez, yapılması gereken bellidir. “Ey iman edenler iman ediniz!” mutlak ölçüsüne yataklık eden “Peşin fikir hikmeti” üzerinden gereğini yerine getirmektir. Mehdî bekleyenler beklemeye devam edebilirler!

Hoşçakalın, Allah’a emanet olun!

Osman Temiz

23 Mart 025, Rami / İstanbul

Yorum / YANIT